Açık Mektup: Şeytanın Genel Tarihi*

“Binlerce yıl sağılmışım, Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım, Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma Ve dayatmışım…
Görüyor musun ?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu’yu,Karayılanı,Meçhul Askeri…
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,Bir nice sevda…
Bir bilsen,Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa’da kurşun atanı
Minareden, barikattan,Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,Duyuyor musun ?

Öyle yıkma kendini,Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile, Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende, Anlıyor musun ?”

Ahmet Arif

 

 

Sayın Gerald Messadie,

Oldukça ilginç bir konu ve hacimli içeriğiyle kitabınızı okudum. Doğrusunu istersen, aradığımı bulamadım. Mısır doğumlu bir Fransız olarak, sömürgeciliğin utancını en iyi hissedebileceğini ve bu güdüyle ‘kötülüğün’ tarihine dair ilginç bir şeyler söyleyeceğini sanmıştım. İtiraf edeyim, yanılmışım. Sanırım kafan oldukça karışık. ‘Şeytan yoktur’ diyorsun. ‘Şeytana inanmak, şeytancadır’ diyorsun. ‘Hepimiz, her zaman bir başkasının şeytanıyız’ diyorsun. ‘Şeytan insandır’ diyorsun. Sonra, ‘Benim en derin inancım, bütün din savaşlarının son derece şeytanca olduğudur, bütün tekelciliklerin şeytanca olduğudur.  İnancım, şeytana inanmanın son derece şeytansı olduğudur’ diyorsun. Bir yerde, şeytan, zenginlerin tanrısıdır, başka yerde yoksulların ötekisidir, ya da ‘devletin, din adamlarının güçlülerin uydurduğu bir kurmacadır’ diyorsun. Beş yüz elli sayfa boyunca Okyanus adalarından, Yunan’a, Kızılderililerden Keltler’e, Mezopotamya’dan Mısır’a, İran’dan Hind’e, İslam, Yahudilik ve Hrıstiyanlıktan  modern çağa kadar, şeytan imgesinin izini sürüp de ‘Şeytan’a, yani kötülüğe dair bu kadar çelişik laf etmek, tam Fransızlara yakışır bir narsistik cehalet örneği.

Diyorsun ki, “Mezopotamya, bireyi ezmek için ve daha kötüsü birey kendi ezilişini doğrulasın diye, ‘günah’ı keşfetti ve İran, bireyi korkutmak için şeytanı icad etti. Bizim şeytansılaşmış tektanrıcılıklarımızın yatağı hazırdı. Geriye kalan tek şey, o yatağa yatmaktı.” Yani, doğru bir temelden kalkıp yanlış bir noktaya varmışsın. Tektanrıcılık, tam da bu şeytansılığı bertaraf etmenin adıdır zira. Buna İslam’ın şeytan algısı bahsinde değineceğim.

Sonuçta, kitabın en anlaşılır tezi şu; “Şeytan”, yani kötülüğün, güçlü ve Tanrı karşıtı figürü, İ.Ö. VI. Yüzyılda İran’da Zerdüşt tarafından icad edildi ve Mezopotamya’daki merkezi devletler tarafından kitleleri kontrol altın almak için icad edilmiş olan ‘günah’ fikriyle birlikte gelişti. İ. Ö. III. Yüzyılda bir Musevi Mezhebi olan Esseniler’in Enoş kitabında bu fikir tektanrılı sonraki dinlerin de temeli oldu. Hrıstiyanlık ve İslam, bu etkinin sayesinde bugün “şeytan” dediğimiz kurmacayı daha da geliştirdi ve tarihleri boyunca dinsiz, sapkın, kafir dedikleri insanları katletmenin nedeni yaptı. Bu gelenek dışında, şeytan fikri yoktur. Eski Yunan’da, Roma’da, Avrupa halklarının ataları olan Keltler’de, İnka’larda, Maya’larda, Aztek’lerde, Pasifik Adası’nda, Hind’de, eski Mısır’da, Afrika’da, Çin’de, Japonya’da… “şeytan” yoktur, diyorsun. Bu tezini en ağır eleştirilerini yönelttiğin Hrıstiyanlık, daha doğrusu Katolik Kilisesi’nin  “şeytan” algısına ve bu algı üzerine oturan  Batı’nın karanlık ortaçağına dönük bir hesaplaşma olarak  yorumlamak mümkün. Siz Batılılar, tarihte çok kötü bir “çocukluk”  döneminiz, yani ortaçağınız var ve ne yaparsanız, ne konuşursanız, illa ki bu çocukluk dönemindeki “iğdiş”lik bilinçaltınız açığa çıkıyor.

Bay Messadie, kısacası bütün dünyada ve tarihte, sizin katolik engizisyon şeytanını arayıp durmuşsun. Bu “şeytan” fikriyle hesaplaşıyor, bunun zararlarını, tahribatını, çarpıklığını bizatihi kötülük yaptıran şeytaniliğini sergilemişsin. ‘Tanrı’nızdan, yani İsa’dan sonra, şeytanınızı da öldürmeye soyunmuşsun sanki. Ama keşke bu çabanı Hırıstiyanlıkla ve Avrupa tarihiyle sınırlı tutsaydın. Zira o katolik “şeytan” fikri, tabi ki katolik kilisenin uydurması ve başka hiçbir yerde yok. Onu ısrarla Zerdüştlüğe, Maniciliğe ve İslam’a da mal etmenin gereği yoktu. Bu gereksiz çaban nedeniyle, bir çok kültürü ele alırken bir hayli zorlama yoruma başvurmuşsun. Mesela, sadece 24 sayfa ayırdığın ve üstelik Ezher’de derslere katılma dahil, Müslüman toplumu yakından tanıdığını belirttiğin halde, “İslam’ın “şeytanı”nı baştan sona yalan ve yanlış bilgilerle anlatıyorsun. Aynı şekilde Hind’i, İran’ı, Mısır’ı da doğru anladığın ve anlattığın kanaatinde değilim. ‘Eski Yunan’da şeytan yok, sadece özgürlük ve birey vardı’, ‘Roma’da tanrı da şeytan da yoktu, Avrupalıların ataları olan Keltler de özgür ruhluydu ve bu özgürlüklerini kısıtlayacak bir şeytanları yoktu’ gibi, son derece pagan kayırıcı ve maksatlı yaklaşımların var. Yani, şeytan fikri, sana göre bireyi ezmenin sembolü, çünkü şeytan ‘ben’ diyerek kişiliğini öne çıkartan ve itiraz edebilen bireyci özgür ruhu simgeliyor, bu nedenle onun kötülük imgesi kılınması yani ‘şeytan’ olarak görülmesi, bizatihi özgür bireyin kötülenmesini simgeliyor, sana göre. (Buradaki birey, özgür ruh, ben gibi kelimeleri, ehli kitap karşıtı pagan bakış açısına ait birer vehimden ibaret atıflar olduğunun farkındayız. Keşke bir çok insanlık dışı vahşiliğin kökeni olan o pagan kökleri de aynı eleştirellikle inceleyebilseydin.)

Bu bağlamda, Proteston, Anglo-Sakson dünyanın, Katolik algıdan uzaklaştığı için birey fikrine ulaştığını ileri sürüyor, eski Ahid Yahudiliğini ise, aynı nedenle adeta kayırıyorsun. Eski Ahit’te Şeytan yoktur diyorsun mesela.  Yhve’nin,  Güney Filistin”deki bir volkan cini olduğunu, yani dönemin kötülük tanrısı olduğunu bilmiyorsun diyelim, peki eski Ahit’i hiç okumadın mı? Yhve’nin, Kur’an’da anlatılan  Şeytana benzediğini hiç mi fark etmedin? Yahudilerin esasen Müslümanların İblis dediği bir varlığa taptıklarını itiraf etmemek için bayağı uğraşmışsın.

Her neyse, bay Messadie, aslında kitabında belki tek üzerinde durulması gereken yorumun, şeytan algısı ile toplumsal-politik düzen arasındaki ilişkiye yaptığın vurguydu. Bu bağlamda, beni asıl ilgilendiren, insanlığı da ilgilendiren temel sorun olan, kötülük problemi. Bunca kötülük var, haksızlık, zulüm, gözyaşı ve acı var ve hep kötüler kazanıyor…Yani, bayağı ele gelir, gözle görünür ve kanlı canlı bir şeytan pekala var. Onun adı, sanı, ontolojik varlığı yada varlığının nedeni, ayrı bir bahis. Açık ve net olan şu, kötülük var ve bu hiçte küçümsenecek, görmezden gelinecek yada teolojik-ideolojik kavgalara malzeme yapılacak bir mesele değil. İnsanlık, hayatın her düzeyinde bir şekilde kötülükle karşılaşıyor ve yüzleşiyor. Çoğu durumda insanlar kendisine ya da başkasına kötülük yapıyor. Peki neden? Felsefenin ve teolojinin bu temel konusu, şeytan algısı bağlamında, bugün içinde bir çok soru’nun kaynağı durumunda.   Yaşanan kötülükler karşısında bütün dinlerin müminleri kritik sorular sormanın eşiğine geliyor; ‘her şeye gücü yeten, Kadir-i mutlak Tanrı nerede? Neden müdahale etmiyor?’  ya da, ‘kendisine inananları ahlaki kurallara uymaya zorlayarak, esasen kötülüklere karşı sınırlayıp güçsüz kılmış olmuyor mu? Yoksa, Kötülerin kazanması, iyilerin onlar kadar kötü olmamasının ürünü  mü?’ Öte yandan iyiler de kötülük yapınca zaten iyi olmaktan çıkıp, saf değiştirmiş oluyorlar. Peki bu paradoksun iyiler lehine bir çözümü var mı? Tanrı, iyilik ve zafer, bu dünyada yan yana  gelmeyecek mi? Ve tabi, tüm bunların bir anlamı var mı?’ gibi sorular, çağımızın ve geleceğin, dinlerin vereceği cevap açısından nasıl şekilleneceğini belirleyecek ölçüde önemli.

İnsanlık tarihinin en klasik, en zor ve can sıkıcı sorularını tekrarladığımı biliyorum. Tarih boyunca, normal zamanlarda filozofların, kötü zamanlarda ise tüm insanların cevap aradığı bu soruların ortak, yaygın ve tatmin edici tek bir cevabının olmadığının da farkındayım. Ama yaşamak denen şey, özünde bu sorulara cevap aramaktan ibaret ve herkes, bir şekilde “aradığını” buluyor. O nedenle aramak bile başlı başına bir erdem bugün. Şeytan algısı ekseninde kitabını konu edinmemin nedeni de buydu.

Bay Messadie, önce İslam konusundaki cehaletine bir düzeltme… Kur’an-ı Kerim’in yaratılış prologunda, Allah, meleklere insan’ı halife seçeceğini söyler ve buna sadece iblis itiraz eder. Nedeni ise iblisin kibri, üstünlük ve ayrıcalık kaygısıdır. ” Ateşten yaratılmış olan ben, topraktan yaratılmış olana nasıl boyun eğerim” der. İblis, insanı kıskanır ve düşman olur. Allah da iblisi kovar. İblis de Ademi her şeyin serbest olduğu, sadece bir tek yasağın (‘Vahşi bir insanımsı türle akraba olmayın, onlarla ilişkiye girmeyin’ yasağı) olduğu cennette kandırarak o yasağı çiğnemesini sağlar ve Allah insanı da İblisi de yeryüzüne gönderir.  Bu anlatımda iblis, esasen Allah’ın değil insanın karşıtıdır. Kibir, ayrıcalık, üstünlük taslama, konum ve mevki imtiyazı, tekelcilik, kıskançlık, yalancılık ve hilekarlık, iblisin yönettiği şeytanların özellikleridir ve yaratılışların en şereflisi (eşref-i mahlukat) olan insana düşman olduğu için, bu özellikleri ona bulaştırmayı kendine görev edinmiştir. İslam’ın şeytanı, iddia ettiğin gibi Allahın gölgesi addedilen  İslam devletinin bir görevlisi’ değil ya da bireyi ezmenin, bireyin kendisini kısıtlamasının vasıtası değil, tam aksine Ademin, yani en gelişmiş tür olan insanın düşmanı, insanlığın tam karşıtıdır. Bu çerçevede, Zerdüştlüğün yanlış yorumundaki gibi, Tanrının da karşıtı-kötü tanrı-değildir. Orijinal Zerdüştlükte de Ahuramazda ve Ehrimen, iyilik ve kötülük tanrıları değil, iyi ve kötü arketipleridir. İlkel pagan bilinçaltıyla Batı, Vedacılık ve Zend Avesta metinlerini de diğer tüm toplumsal kültürlere yaptığı gibi, çok tanrı ve tanrılar pantheon’u uydurarak tercüme etmiştir. Bu bağlamda, İslam’ın şeytanı, İran, Mısır, Mezopotamya geleneklerindeki “kötü”lük algısının tashih edilmiş, düzeltilmiş şeklidir ve bu “şeytan” algısı, özünde insanın Adem olabilmesi, yücelmesi ve  Allah’ın halifesi/dostu olarak tüm evrende “saygın” yerini kazanabilmesini hedefleyen son derece özgürlükçü ve  evrensel bir dünya görüşüdür. Bu nedenledir ki, İslam, senin “hala sırrı çözülemedi” dediğin şekilde otuz yıl içinde İran ve Bizans gibi köklü imparatorlukları sarsacak bir şekilde yayılabilmiştir ve bu yayılma, yine itiraf ettiğin gibi kılıç zoruyla değil, sonradan sizin kiliselerinizin misyonerlik şeklinde çarpıtarak taklit ettikleri “tebliğ/ikna” yoluyla olmuştur. İslam’ın kılıcı, insanların din değiştirmesi için değil, din değiştirenlerin  vergi ve asker kaybı olduğunu görüp panikleyen devletlere, aşiret reislerine ve güç sahiplerinin baskılarına karşı “cihad” etmiştir. (elbette ki bunun istisnaları, istismarı da bolca vardır. Ama ilkesel cihad emri, din savaşı değil, tahakküm altındaki insanları bu baskıdan kurtarma savaşı, çabasıdır.)

İslam’ın “şeytan” algısıdır ki, cehalet, baskı ve hurafelerle yaşayan yoksul ve sahipsiz kitleleri akın akın İslam’a çevirmiştir. Zira bu kitlelerin onurunu, emeğini, umutlarını, korkularını  çalan yalancı ve sahtekar, kibirli ve imtiyazlı egemen çevrelerin iblis/şeytanın yoldaşları olduğunu idrak etmişlerdir.

Bay Messadie, Kur’an’ın “iblis” anlatısı özet olarak şunu anlatır: İnsanı ezen, küçülten, aşağılayan her şey şeytanidir. Kula kulluk, şeytanidir. Her türlü  diktatörlük, baskı ve dayatma, şeytanidir. İnsanı esiri yapan mülkiyet, kullaştıran iktidar ve küçülten gerçekdışı her tür kutsallaştırma, yüceltme, kandırma ideolojileri şeytanidir. Her tür imtiyaz, ayrıcalık, kibir, şeytanidir. Demek ki bay Messadie, Kur’an’ın şeytan algısının geçmişteki karşılığı, pagan imparatorluklar, rahip-savaşçı-aristokrat sınıflara dayalı kutsallaştırılmış tanrı-devletler ve efendi-köle ayrımına dayalı tarımsal politik düzendir. İslam, yayıldığı tüm bölgelerde işte bu düzenleri yıkmış ve yer yer sapmalar olsa da, kamucu-adaletçi sosyal düzenler kurmuştur. Bu şeytan algısının bugünkü tam karşılığı ise kapitalizmdir. Kısmi karşılıkları ise benzer işlevler gören despotik sosyalist, faşist, milliyetçi ideolojiler, baskıcı yasalar, tahakkümcü kurumlar ya da düşünce/davranış tarzlarıdır. Buna Ehli Kitab’ın bozulmuş hali olan “kurumsal din” de dahildir. Örneğin bir ülkede insanlar din adına eziyet görüyor, Allah adına katlediliyorsa, hak ve özgürlüklerden mahrum ediliyorsa, bu ülkedeki düzen de şeytanidir. Kuran, “O aldatıcı Şeytan, sizi  Allah ile aldatmasın” der. Ölçü bellidir ve basittir: İnsanın onuru ve özgürlüğü ile varoluşu esastır. Buna engel olan, kısıtlayan, çarpıtan ne varsa, şeytan odur. Bu manada insanlık tarihi boyunca her toplumda ve tarihin her evresinde bir şeytan algısı vardır. Kötülük varsa, şeytan oradadır. Sadece ismi, yorumu farklı olabilir. Budist ya da Şintoist algıda “kötülük”, iyiliğin karşıtı değil, iyiliğin olmadığı ya da bozulduğu bir durumdur. Aynı şekilde, Afrika ve kızılderili Amerika tarihinde de kötülük sadece bir araz’dır. Zira tüm bu coğrafyalarda tarih boyunca iyilik hep üstün olmuş, insanın doğayla  iç içeliği, en temel mücadele diyalektiğini insan-doğa ilişkisi temelinde geliştirmiştir.

Ancak Mezopotamya- Akdeniz havzası, hem ilk yerleşim alanı olması nedeniyle birçok şeyin ilk yaşandığı bölge olması, hem de yoğun göçler nedeniyle insanlar ve toplumlararası çelişkilerin insan-doğa ilişkisini ikinci plana iten ve efendi-köle ilişkisini temel alan diyalektik karakteri nedeniyle, iyilik ve kötülük karşıt ve çatışan iki farklı ilke halinde algılamıştır. Tabi ki bu en ileri, en gelişmiş insanlık bilincidir. çünkü, daha ileri uygarlık ve devlet yapıları, bu temel çelişkinin ürünü olarak gelişmiştir ve bu durumda insanın yeni ve farklı yeteneklerinin açığa çıkması söz konusu olmuştur. Mezopotamya-Akdeniz havzasının bu paradoksal gelişmişliği, inanç ve kültür düzeyinde de bir çok ilk’in ve daha gelişmiş olgu ve değerin bu coğrafyada doğmasının nedenidir. Siz Batılılar, fakındaysan, işte bu coğrafyadan yeşeren meyvelerle beslendiniz. Sümer-Asur-Mısır kökenli Yunan’dan felsefeyi, bu coğrafyadan  göçenlerin kurduğu Roma’dan devlet ve yasayı, bu coğrafyanın ürünü çarpıtılmışta olsa bir ahlak vazeden Hrıstiyanlığı ve sonra da Müslümanlardan aklı, bilimi, matematiği, şehiri, temizliği, tuvaleti vb.öğrendiniz. Bu coğrafyanın ürünlerini elinizden alsak, geriye insan eti yiyen barbar Kelt kabileleri kalır. (Hakkını verelim, öğrendiğiniz tüm bu medeni değerlerin hakkını verip, daha ileri noktalara taşıdınız.)

Demek ki, sizin katolik kilisesinin, Kelt büyücülüğünü yeniden dirilttiği engizisyon dönemi “şeytan” algısı ile ‘bizim’ şeytan algımız, gerçekte başka bir şeymiş. Bunu algılayabilmeniz için “İslam” inanç ve düşünce iklimine yakınlaşmanız gerek. Tabi barbar kökleriniz ve bilinçaltınızı tamamen ayıklamanız şartıyla.

Bay Messadie, şimdi haklı olarak soracaksın, ‘bu insanı temel alan ve yücelten   inanç ve bilincinize rağmen, siz Müslümanlar neden bu kadar geri ve aciz durumdasınız? Neden biz barbar Batılılar bu kadar iyi  “gelişmiş ve uygar” taklidi yapabiliyoruz ve neden sizlere de bu kadar kolayca hayvan muamelesi yapabiliyoruz?’. Güzel sorular…

Doğrusunu istersen bu noktada yine “şeytan”dan dem vuracağım. bunun nedeni, Kuran’ın şeytan algısındaki çarpılmadır. yani, İslam tarihinde Emevilerle başlayan kutsal devlet geleneği, kötülüğü kadere bağlamış, insanı ise bu değişmez kaderin aciz kölesi haline getirmiştir. Bu anlayış Kuran’ın yaratılış felsefesini de çarpıtarak okur; Kaderci egemen teolojiye göre, insan yoldan çıkmaya müsait kötü tabiatlı bir yaratıktır ve sürekli denetlenmesi, kontrol edilmesi ve sınırlandırılması gerekir. Bu ise Allah adına devletin, yönetenlerin asli vazifesidir. Zira Allah ile insan karşıt iki varlıktır ve insanın aklı, eylemleri ve egemenliği ile Allahın hakimiyeti çelişir. Şeytanı Allah yarattığına göre, her kötülükte Allah’tan gelir ve insana düşen kötülüğe maruzda kalsa Allah’ın yeryüzündeki gölgesine yani devlete, yöneticilere, alim ve şeyhlere kayıtsız şartsız itaattir. Çünkü sürekli imtihan ediliyordur.

Bu anlayış, hemen fark edilebileceği gibi, örtük bir şekilde insanı, aklı, birey fikrini ve özgürlüğü şeytan yerine koymakta ve karşısına da Allah’ı yerleştirmektedir. Tabi Allah, kutsal devlet ve idarecilerinin ve kutsal kişilerin şahsında temsil edilmektedir.

Bu çarpık şeytan algısı (ve tabii Allah ve insan tasavvuru)dır ki, İslam dünyasında din dahil, hemen her kurum ve ilkenin bireyi kısıtlama, denetleme, kontrol etme ve sindirme aracına dönüşmesi söz konusu olabilmiştir. Bu nedenle siyaset, bu coğrafyada kavramın etimolojik kökenine uygun olarak, yığınları-sürüyü- kontrol etme ve gütme sanatıdır. Bu inanç nedeniyledir ki, İslam’ın ilk parlak atılımından sonra, kitleler pasifize edilmiş, akıl rafa kaldırılmış, bireyler güçsüzleştirilmiş ve sürüleştirilmiştir. Bugünkü aciz ve güçsüz halimizin tarihsel nedeni budur. Düşünen, akleden, konuşan, yaratan, yeniyi icad eden, olanı geliştiren, eskiyi aşan ve hep ileriye doğru yürüyen bir insan ve toplum fikri egemen olamamıştır. Hatta bu düşünme biçimi şeytani olarak görülmüş ve lanetlenmiştir. Vahiy aklın karşısına konulmuş ve aklını kullanmak ile şeytana uymak özdeş sayılmıştır. Farklı düşünen alim ve gönül adamları çoğu devirde sindirilmiş ya da katledilmiştir. Bilim, teknoloji, sanat, estetik ve etik düzeyde geri kalmanın nedeni, bunları üretecek özgür ortamların olmayışı ve eşrefi mahlukat olan insanın esfeli sefilin (aşağıların aşağısı) düzeyine düşürülmesidir. Yani şeytan algısındaki bu çarpıklık, Kuran’ın değil, egemen güçler tarafından yapılan yorumunun ve çarpıtılışının sonucudur.

Öte yandan kötülük, bizim coğrafyamızda sizdekinden daha farklı anlam ve işlevlere sahiptir. Bizim buralarda şeytan biraz fazla mesai yapar. Belki zengin ve derin tarihimizin kazandırdığı bir özelliktir, bizim devletlerimiz, toplumlarımız, insanlarımız, çok kişilikli ve katmanlıdır. Her bir karış toprağımızın altında bir uygarlığın mezarlığı vardır. Her bir toplumumuz bir çok toplumun karışımından oluşmuştur, her bir insanımızın içinde birkaç insan daha vardır. Bu nedenle bizde hayat çok renkli, hareketli ve canlıdır. Olaylar, çok nedenli, kişiler çok kişilikli, kurumlar çok yüzlüdür. Sizin kilise süzgecinden geçmiş “düz” Aristo mantığınız, bizi anlamaya yetmez. Bu nedenle biz de Şeytan da girift ve yoğun bir mesai içindedir. Mesela, güzel bir gelişmenin arkasında bir şeytanlık, kötü görünen bir olayın arkasında ise şeytana atılmış bir kazık bulabilirsin. İyi ile kötü, çoğu zaman çok sert   kapışırlar ama bazen de iç içe geçebilir, aynı madalyonun iki yüzü olabilirler. Biz de devlet, adalet demektir, örneğin. Ama gün gelir son derece “zalim” olabilir. Yine aşırı dindar görünen birini, iştahla “haram” yerken görebilir, dinsiz olduğunu iddia eden birini ise kendini iyilik yapmaya adamış bulabilirsin. Bu durumlarda, şeytanda bolca kılık değiştirmiştir. Yanlış anlama, bugünkü acziyet ve geriliğimizin nedenini dışsal bir öteki olarak şeytana bağlayıp, ucuz öteki edebiyatı yapmıyorum. Ki bu algı, zaten siz batılıların şeytan algısıdır. Öteki, başkası, sizin için şeytandır. Engizisyon ve ortaçağ tarihiniz, sömürgecilik ve aydınlanma tarihiniz ve güya modern bugününüz boyunca, sürekli dini ya da seküler çerçevede bu ‘dışsal-tehlikeli öteki’ algısı ile şeytanlar kurguladınız. Cadılar, kadınlar, sapkınlar, Yahudiler, Müslümanlar, komünistler, terör, fundamentalizm…değişen tek şey, bu kurmaca ve saçma şeytanlarınızın adlarıydı. Bu öteki paranoyasına hala aynı düzeyde devam ediyorsunuz. Kuran’ın şeytan algısı, insanın temizliği ve yüceliğini temel aldığı için, şeytan dışsal-öteki bir düşman değil, insanı yoldan çıkartan, zaaflarını kullanarak kendine ve başkasına zarar verdirebilen bir fonksiyondur. Bu anlamda, her insanın içinde açığa çıkabilir ve çoğu zamanda ötekinin değil, kendi yapıp etmelerimiz olarak  belirir. Bu algı, insanın sorumluluğunu, kendini bilmesini ve ötekine zarar vermemesini ahlakın temeli yapmıştır. Bu nedenle, şeytan algımız, bizden olmayanları katletme, sömürme, ezme, yakma ve işkence etme kültürü üretmemiştir. Bu kültür size aittir. Öte yandan, bizde başkasına değil, maalesef kendimize eziyet etme geleneği vardır. Biz savaşlarda dahi bizden olmayanlara zulmetmemişizdir, ama bir birimize karşı, yani kendimize karşı çok acımasız olduğumuz dönemler olmuştur. Zira bizde iç düşman, dış düşmandan daha tehlikelidir ve şeytan, bir tür iç düşmandır. Bu algı bugünde geçerlidir; Bazen bakarsın birisi Türk düşmanlığı yapıyor, öteki Kürt düşmanlığı, başkası Çerkez ya da laz-gürcü kavmiyetçiliği geliştirmeye uğraşıyor. Tarihimiz ve coğrafyamızda kavmiyetçilik görmemiş, batıdan öğrenmişizdir ve bu kavmiyetçilik yüzünden çok kavimli-çok kültürlü milletimiz parçalanmıştır ama birileri dönüp dolaşıp yüz yıl sonra yine bu fitne trenine biner. İşte bu  şeytanın iç düşman algısının sonucudur mesela. Yine kimisi çağdaşlık/laiklik adına toplumun temel ve asli değerlerine saldırır, “din” ve dine dair ne görse Pavlov’un köpeği gibi refleks verir, bu da şeytani bir algının ürünüdür. Bir başkası ‘ben artık değiştim, solculuk modası geçti artık liberalci oldum’ der, bir diğeri, “ben de değiştim, dinciliği bıraktım, artık demokratçı oldum’ der, öteki, “ben de değiştim,  batıcılığı bıraktım artık ulusalcı oldum” der, Şeytan bu değişimlerde de saklanır. Zira, hepsinde, ‘şeytan meğerse benim içimde, beynimdeymiş’, psikolojisi vardır. Bir gün bakarsın, birisi biraz para  kazanmış ya da bir makam, mevki sahibi olmuş, hemen imtiyazlı, kibirli, kaprisli havalara bürünür. Bu ‘hava’da da şeytanı bulabilirsin. Çünkü, o da kendi sahip olmadıklarına şeytan demiştir ve sahip olduğu anda gerçekten şeytanileşmiştir.

Gördüğün gibi bay Messadie, bizde şeytan sizdeki gibi, sömürgecilik, kapitalizm, emperyalizm, nazizim, Hırıstiyanlık gibi sistematik ve belirgin kılıklara pek bürünmez. Daha girift, içsel ve psikolojik bir olgudur, şeytan.

Ancak, ne kadar şeytana uyma alışkanlığımız olursa olsun, bizim buralarda çoğu zaman  iyilik sistematik olarak baskındır ve “din” ve “ahlak” olarak hayatın  her düzeyine sinmiştir. Bu nedenle bizde şeytan, ayrıntıda gizlidir. Bütüne egemen olması çok zordur. Mesela, bizde, mülkiyet, devlet ve din bıçak gibidir. Çoğu zaman adalet ve özgürlüğün “araçları” işlevi görse de, bazı zamanlarda şeytanın kendisine de dönüşebilir. Bu durumlarda, insanı tekrar mülkiyetinin, devletinin ve dininin “sahibi” kılacak tezler, felsefeler, öğretiler geliştiririz. Yani bütüne egemen olabilecek bir şeytanı illa ki yine taşlarız. Sonuçta yoldan çıkanlarımız yola gelir, yola gelmeyenler yoldan atılır.

Bay Messadie, biz Rahman ve Rahim olana inanırız. O insanı kendi suretinde yaratmış ve ruhundan üflemiştir. Biz insanların temiz fıtratta doğduğuna ve tek tek her birinin hakları ve şerefiyle yaşamasının, hayatın ve tarihin asli amacı olduğuna inanırız.

Bizim bugün, düşkün, aciz, yoksul ve harab olmuşluğumuza bakıp aldanma. Bizim tarihimiz belki yüz defa benzer koşulları yaşamıştır. Bugünleri de elbette ki atlatırız. Çünkü, bizim kitabımız, Şeytana güç atfetmez. Onun kötü bir yoldaş, pis bir yalancı ve başarısız bir sahtekar olduğunu anlatır. Yani şeytan, zayıf güçsüz ve beceriksiz bir “yoldan çıkarıcı”dan başka bir şey değildir. O nedenle zaten zayıf olduğumuz zamanlar ve aramızdan zayıf karakterliler şeytana uyar. Bu da her zaman geçici bir durumdur. Demem o ki, bay Messadie, biz şeytana tapmayız. Şeytanı fazla önemsemeyiz, Ondan korkmayız. Onun basit tuzaklarına karşı her türlü tedbirimiz vardır. En sıradanı birkaç dua okumaktır. Bizim tek sorunumuz zayıf ve güçsüz halimizdir. “Şeytana” yol veren de bu haldir. Bu nedenle insanımızı güçlendirmek, toplumumuzu geliştirmek, aramızdaki bağları ortak noktaları çoğaltmak, güveni yeniden tesis etmek, mülkiyeti ortak servete, devleti ortak iktidara, dini ortak fıtri değerlere irca etmektir, derdimiz. Bunu sağladığımız zaman siz çarpık tarihsel teolojinin çarpık şeytan algısı da, iç düşman fobisi de, siz Batılıların sizden olmayanlara dönük şeytanlıkları da, alt edilebilir. Hatta dedelerimizin, ninelerimizin birkaç duası yeter. Yani, biz sizden çok, kendi zayıflığımıza şeytan diyoruz. Kendi aymazlıklarımız ve tembelliklerimizden muzdaribiz..Bizim asıl şeytanımız, işte bu kötü yanımızdır. Ancak, şeytan algımızın devrimci özü, yani kötülüğü alt etme mücadelesi ve iyiliği üstün tutma gayretine olan inancımız, bu geçici zafiyeti de yenecektir.

Kötülüğün hep kazandığına ve ‘Tanrı’nın müdahale etmediğine dair kötümser algılamalara gelince; aslına bakarsan, zaaflarımızdan doğan boşluklardan sızmış batıcı ajan unsurların yaymaya çalıştığı kötülük tohumları, kendini abartarak egemenmiş gibi görünmektedir. Görünenin gerisinde, insanlığın ve özellikle bizim toplumlarımızın alt katmanlarında iyilik hala egemendir. Ancak doğası gereği iyilik, kendi propagandasını yapmaz. Bizde iyilik yapılır ve denize atılır. balık bilmezse hâlık bilir. Bu ülkenin milyonlarca insanı, sabahtan akşama kadar iyi işler de yaparlar, güzel sözler ve hayırlı faaliyetlerde bulunurlar. Doğru ve haklı uğraşlar verirler. Ama, içimizdeki şeytan medyası bunları değil, cinayetleri, tecavüzleri, hayasızlıkları propaganda eder. Bazen biz bile, her şeyin gerçekten kötüye gittiğine inanmaya başlarız. Mesela,  Irak’ta ve Filistin’de en alçakça katliamların yapıldığı gün, ülkenin en büyük medyası bir mankenin çantasını manşetten verir. Bu kadar aleni alçaklıklara rağmen, ülkenin bütün sokaklarında, camilerinde, kahvelerinde, meyhanelerinde ve evlerinde, zalimlere beddua ediliyordur. Yani, insanlık, dimdik ayaktadır aslında. Ve o şeytani medyanın aldatıcı sahtekarlıkları hiçbir işe yaramamaktadır. Yine bu kadar ayrılıkçı ve nifak sokucu politikalara rağmen, toplumun büyük çoğunluğu bir biriyle barışık yaşar. Ne kürt, ne Türk, ne din, ne laiklik, ne Alevilik-sünnilik, toplumu bir birine düşman edip, çatıştırmaz. Çatışan, uçlardaki marjinal şeytanlardır sadece. Ya da istihbarat örgütlerinin provakatif operasyonlarıdır.  Bunlar, iyiliğin, adaletin, sağduyunun gücünü ve egemenliğini gösterir. Şeytan, bütün kurnaz ve kıvrak numaralarına rağmen, ‘bütün’ümüz üzerinde hala başarılı olamamıştır. Ve hiçbir zamanda olamayacaktır. Demek ki, Allah, her yerde ve her şeydedir. Kötülüğe karşı insanı korumakta ve gözetmektedir. Kötülüğün sahibine yaradığı yada yanına kaldığı ise hiç görülmemiştir.

Bizim için şeytan bir ‘kod’ adıdır. Biz, onun insanı aşağılayan, küçülten ve zarar veren  davranışlar, vesveseler ve sapkınlıklar toplamı olduğunu biliriz. Ancak, ondan daha antremanlıyızdır. Zira, biz ‘insanın düşmanı’ olan şeytanı, düşmanımızı iyi tanırız. Burası, düşmanlarımızın mezarlıklarıyla da doludur. Firavunlar, Nemrutlar, Kisra, Roma,  Haçlılar, Moğollar, İngilizler, Fransızlar, Ruslar, Çinliler…Şimdi Amerika ve İsrail..elbette sıra onlara da gelecektir..

Bay Messadie, geçici zafiyetimizin ürünü olan aciz ve harap halimizi elbet bir gün düzelteceğiz. Bundan eminiz. İçimizdeki ve dışımızdaki şeytansılıkların mutlaka başarısız olacağından da..

Şeytanın bize, insanlığa  neden lazım olduğunu, anlayabildin mi? Peki, Biz Müslümanların Hac’da şeytanı neden taşladığımızı da kavrayabilirmisin acaba?

Hoşça kal..

 

*:Şeytanın Genel Tarihi, Gerald Messadie, Kabalcı yay. İst, 1998

 

Leave a Reply