‘Darüs Selam’a hoş geldiniz…’

Başa dönelim biraz da,
Hep başa döneriz;
Belki bir çay bardağına,
Sıcaklığa, tutuşa, dokunmaya.

Uysal bir geçmiştir,
İyi şeyler kalmıştır aklımızda.

(Metin Altıok)

 

11 Eylül saldırıları bahanesiyle ABD-İngiltere emperyalizminin Afganistan ve Irak işgali, bütün dünyada Müslüman avına dönüşmüştü. Dünyanın her yerinde özellikle Arap kökenli Müslümanlar bu yeni Haçlı seferinin hedefiydi. Tam o yıllarda, galiba 2003’te Romanya’da yaşayan bir arkadaşım bu vahşi işgalin boyutlarını gösteren bir olay anlattı. Bulunduğu şehirde yaşayan ve işinde gücünde olan çoğu Romen vatandaşı 32 Arap Müslüman bir gece kaybolmuş. Evet, kaybolmuş. Çoğu Romen olan eşleri, çocukları resmi makamlara başvurmuş ama sonuç alınamamış. Arkadaşımın anlatımı bizzat tanıklık düzeyindeydi. Alt komşusu olan kayıplardan birinin eşi Romanyalıymış ve kadın çocuklarıyla birlikte emniyete gitmiş. Iraklı olan kayıp eşinin 20 yıldır Romanya’da yaşadığını, ticaretle uğraştığını, bulundukları şehrin önemli tanınan saygın bir işadamı olduğunu söylemiş. Bunu ispat et demişler. O da eşinin pasaportunu vermiş. Bir polis arka odaya geçip bir saat sonra elinde pasaportla dönmüş. Pasaportta  bir Romen vatandaşın adı yazıyormuş. Kadına ‘sen yalan söylüyorsun, bak eşin Arap değil bir Romen’miş’ demişler. Kadın bu defa çocuklarının kimliklerini göstermiş. Kimlikleri de alıp bir süre sonra başka kimlikler getirmişler. Orada da çocuklarının babası olarak o Romen şahsın ismi yazıyormuş. Ve kadına, ‘bahsettiğin kişi yok, hiçbir kayıtta görünmüyor, Romanya’ya da hiç gelmemiş. Senin eşin de burada yazılan kişi. Bu işi de uzatma ve git’ demişler.

Geçen hafta görüştüğümü o arkadaşa bu olayı hatırlatıp bir haber var mı diye sormuştum. Hayır dedi. ‘O 32 kişi hala kayıp. Ve hiçbir iz de yok. Muhtemelen Guantanamo’da veya ABD’nin dünyanın değişik ülkelerindeki özel hapishanelerindeler. Ya da öldürülmüş olabilirler’, dedi.

Dünyayı kendilerine küresel bir köy olarak tarif edip, istedikleri yerde istedikleri insanı evinden alıp kaybeden, öldüren, işkence eden ve bunun için hiç kimseye hesap vermeyen emperyalist güçlerin bu pervasız düzeni, bu örnekteki gibi, onlarla işbirliği yapan devletler eliyle sürüyor. Romanya devleti yerine rahatlıkla dünyanın herhangi bir yerindeki başka devleti koyabiliriz. Kendi vatandaşını bile bile rüşvet olarak bu eşkıya güçlere verip ayakta kalmaya çalışan BM üyesi irili ufaklı sözde devletin özde küresel emperyalizmin birer eyaleti olduğu da bir gerçek. Bu düzeni kuranların en büyük marifeti dünyanın her yerinde kendilerine taşeron bulup devşirebilmeleridir. 17.-19. Yüzyıl klasik sömürge çağlarında  500 İspanyol askeri Aztek imparatorluğunu,1000 Fransız askeri Afrika’yı,  1500 İngiliz askeri de koca Hindistan’ı bu işbirlikçi kabileler ve liderler eliyle kolayca işgal edebilmişti..

Cezayirli Müslüman aydın Malik bin Nebi, sömürgecilerin zaferini sömürülenlerin buna müsait olmasına bağlar. İhvan hareketinin kurucusu Hasan el Benna’da, ’emperyalizmi önce ruhlarınızdan atın, o sizin topraklarınızı terk edecektir’ der.

Bu sömürgeleşmiş ruh, 20. Yüzyıl boyunca topraklarımızda kurtarıcı ruh olarak kendini tanıttı. Haçlı güçleri, 19. yüzyılda bizzat işgal ederek yaptıklarını, 20. Yüzyılda yerli devşirmeler eliyle yapmayı öğrenmişti. Batılılaşma, modernleşme, çağdaşlaşma, farklı ideolojik, ekonomik ve politik türleriyle bütün dünyayı istila etmenin adı olarak tarihe geçti.20. yüzyılın başında milliyetçilik ve ulus devlet,  I. Dünya savaşından sonra Pozitivizm ve faşizm, II. Dünya savaşından sonra ise hala batılılaşmayan bölgelerde sosyalizm yoluyla yeni Haçlı düzeninin ideolojik paradigması yerleştirildi. Özünde pagan/putperest bir dünya görüşü içeren, yani matematik akıl, bilim, doğa ve teknolojiye tapma, etnikçi sosyallik ve felsefi nihilizme dayalı ideolojiler dinlerin yerine geçmişti. Batılı güçler arası paylaşımda safına düştükleri gücün rengine göre sözde farklı ideolojik karakter alan ulus devletler, toplumları zorunlu eğitim ve diğer kitle iletişim araçları vasıtasıyla bu paradigmaya göre formatladılar. Buna itiraz eden farklı güçlerin kışkırttığı rakip ideolojiler dahi, aslında son tahlilde toplam batı hegemonyasının paradigmasının tersinden misyonerliğini yapıyordu. Kapitalist bir ülkede sosyalizm ya da sosyalist bir ülkede liberalizm, batılı paradigmanın pozitivist-pagan değerlerinin iki farklı ifade biçiminden başka bir şey değildi. Aynı şekilde her biri sözde ulusal kurtuluş masallarıyla kurdurulan ulus devletler ve bu sahte devletlerin mutlaka azınlığa düşürüp mağdur ettiği küçük etnosların milliyetçi kalkışmaları da büyük oyunda aynı düzene hizmet ediyordu. Emperyal güçlerin paylaşımında hangi ülke safına düştüyse onun rakibine karşı sözüm ona kahramanlık mitosuyla iktidarını meşrulaştıran milliyetçi kadrolara karşı, bazen terbiye etmek için bazen de rakip güce şantaj amaçlı olarak kışkırtılan alt milliyetçiliklerin ulusal kurtuluş davaları da toplamda batıya hizmet ediyordu.

Protestan batı (ABD-İngiltere) ve Katolik kıta Avrupa’sından oluşan Neo Haçlı imparatorluğuna 1920’lerde sosyalist devrim adı altında paydaş olan Stalin Rusya’sı, batının batı olarak devşiremediği her yeri sözde anti emperyalizm- anti kapitalizm adı altında batılılaştırdı. Herhalde Avrupa burjuvazisinin köylüleri işçileştirip aristokrasiye karşı kullanmak için peydahladığı sosyalizm masalları tarihe en münafık ideoloji olarak kaydedilecek.

Benzer bir ideolojik münafıklık örneği ise milliyetçilikti. Askeri tarım imparatorluklarını parçalayıp ulus adlı küçük birimlere bölmek için icat edilen emperyalist bir teknik olarak milliyetçilik, 20. Yüzyıl boyunca hem batının rakibi olabilecek büyük emperyal bütünlerin çıkmasını engelledi hem de kendi aralarındaki rekabette tam paylaşamadıkları her bölgede var olabilmek için her farklı topluma birer devlet bahşedip yönetmenin imkanını sundu. Payına razı olmayan güç ise hedef aldığı ülkedeki ötekileştirilmiş başka bir topluluğu kışkırtıp ulusal kurtuluş vaadiyle kullandı. Osmanlının dağılış öyküsü, bu hikâyenin özeti gibidir.

Dikkat çekici olan ise hem pozitivist-pagan ideolojik paradigmanın kapitalist ve sosyalist mezheplerinin hem de her türden milliyetçiliğin, yarattıkları onca tahribata, yol açtıkları yüzlerce savaş ve iç çatışmalara rağmen hala taraftar bulabilmesi ve dünyanın farklı bölgelerinde aynı şeytani tahribatını sürdürebilmesidir. Küresel kapitalist düzenin güç brokerleri, yeni teknolojik keşiflerin izinde trans hümanizm (yeni ve üstün  insan yaratma) gibi absürd heveslerin peşinde koşarken, yeryüzünün lanetlileri olarak gördükleri örtülü-açık sömürge bölgelerde halkların din-mezhep-etnos uğruna birbirini boğazlaması, tam anlamıyla trajedidir. Etnik toplulukların kendini büyük bütünlerden ayırıp farkı bir yol çizmesi, yani ulus devlet modeli, şimdilik süper devletlerin lehine küresel şirketlerin aleyhine varlığını sürdürse de orta vadede bunların çoğunun yeniden bölünüp daha küçük ünitelere dönüşeceği, hatta eski Yunan modeli site-şehir devletleri kurulacağı iddia edilmektedir. Batı dışı dünyada bu kadar akılsızlık, güce tapma, etnik ve mezhebi fanatizm yani sömürülebilirlik ruhu olduğu sürece, batı çok zeki ve güçlü olduğu için değil, ruhları sömürge topluluklar bu kadar yaygın varolabildiği için projelerini uygulayabilecektir.

Büyük değişim

Batının kafa konforunu bozan tek gelişme, Türkiye’de başlayıp Arap dünyasını da saran halk devrimleridir. Tanrı pozuyla her şeyi kontrol edebildiklerini düşünen güç brokerleri, dikta rejimlerine karşı sahneye çıkan sivil halk harekeleri karşısında şaşkınlık yaşamıştır. Batıyı tanrı zanneden safdil doğulu aydınların bile bir batı oyunu zannettiği bu değişim dalgası karşısında batının eski rejimler ve darbelerden yana aldığı tavırda göstermiştir ki, sıradan yığınların özgür iradeleriyle talep ettikleri değişim, yönetilebilir veya devşirilebilir değildir. Ki, İslamcılık gibi 20. Yüzyıl ideolojilerinin en yerli, en temiz ve en batı kontrolü dışında olan fikri bir motivasyonun bu bölgesel değişime rengini vermesi, batılı güçleri haçlı bilinçaltıyla bu sürece saldırıp boğmaya sevk etmiştir. Libya iç savaşı, Mısır darbesi ve Suriye’deki kanlı rejime destek veren İngiltere, ABD, Avrupa, Rusya, İsrail haçlı cephesinin (yanlarına Neo Aryanist Pers heveslerine kapılan İran’ı da alarak) topyekün saldırıya geçmesi, tarihte olduğu gibi, bölgedeki her bağımsızlaşma çabasından ne derece rahatsız olduklarını bir kez daha teyid etmiştir.

1908’de Meşrutiyet devrimi ilan edildiğinde, İngiltere bunun sömürgelerinde, özellikle Mısır ve Hindistan’da ‘kötü örnek’ olacağı, oralarda da benzer değişim taleplerini kışkırtacağı korkusuyla, Rusya ise kendi çarlık düzeninin yıkılacağı endişesiyle, hep birlikte Meşrutiyet karşıtı bir kampanya açmıştı. Osmanlı devleti içinde yozlaşmış saltanat mafyası ve Tanzimat’tan beri imtiyazlarla devleti esir almış kozmopolit batıcı simsarların da ortak olduğu 31 Mart ayaklanması kışkırtıldı, ardından Trablusgarb işgali ve Balkan savaşı geldi. Bütün bu sorunların arkasında İngiltere, Fransa ve Rusya’nın ortak düşmanlığı vardı. I. Dünya savaşı da bu düşman koalisyonun topyekün imha hareketi olarak Osmanlı üzerine saldırısıydı. Meşrutiyet, gerçekten Fransız devriminden tercüme ettiği hürriyet, adalet, musavat sloganları ve meclis ve anayasa talebiyle Osmanlıyı yerli ve milli bir ruhla yenileme, yaklaşan parçalanma tehdidine karşı yeni bir değişim formülüyle var kalabilme çabasıydı. Yozlaşmış saraya karşı milletin organik kadrolarının, yaklaşan büyük sonu öteleme davası olarak Meşrutiyet, aynı zamanda yüzyıllarca devletten uzak tutulan milletin kendi kaderine meclis ve anayasa gibi formüllerle el koyma denemesiydi. Ki, bugün bile hala aynı yerdeyiz.

Şimdi 21. Yüzyılın başında, tam yüz yıl sonra da olan biten birçok gelişme, Osmanlıdan kalan bu yerli-milli ruhun gösterdiği canlılık emareleri ve batılı güçlerin buna verdiği aynı tepki olarak sahneleniyor. Türkiye, Mısır ve Suriye’deki sivil halk devrimlerine karşı yeni ‘31 Mart’ ayaklanmaları kışkırtılmış, Türkiye’de Kemalist Gezi çapulculuğu, münafık Paralel/haşhaşi darbe girişimi ve Kürtçü faşist Kobani barbarlığı şeklinde, Mısır’da Baltacı katliamları ve darbeyle ve Suriye’de Baas-Şebbiha katliamcılığı ile cevap verilmiştir.

Aynı şekilde İttihat Terakki’nin Meşrutiyet sonrası Makedon, Bulgar, Arnavut, Arap ayrılıkçı örgütleri ve Ermeni Taşnak partisiyle yürüttüğü yeni birlik formüllerine karşı da bin bir türlü fitne ve provakatif gelişme yaşanmış, sonuçta Balkan savaşıyla Balkan halkları, I. Dünya savaşıyla da Müslüman Araplarla bağlar kesilmiştir. Ermeni milliyetçiliği de İttihatçıların teklif ettiği birlikte var olma seçeneğine evet dedikten bir yıl sonra Sarıkamış’ta ve Lübnan’da Rus ve Fransız ordularının safına geçince, Anadolu’daki Osmanlı barışı da sona ermişti.

Şimdi benzer gelişmeleri Kürt milliyetçiliği üzerinden deneyen batılı güçler, bölgede kurdukları yüz yıllık düzenin yıkımı karşısında ellerindeki bütün kozları sahneye sürmüştür. Kendilerine gönüllü sömürge valiliği yapan eski devlet gücü saf değiştirip değişim sürecini başlatınca sahneye sürdükleri karşı devrimci cephede Kemalist, solcu, Türkçü, Kürtçü, mezhepçi ve münafık dinci unsurların oligarşik sermayeyle birlikte batının taşeronluğunu yapması şaşırtıcı değildir. Aynı husumet cephesini II. Meşrutiyet sürecinde de  Osmanlıyı yenilemeye çalışan İttihat Terakki hükümetine karşı kurmuşlardı.

Başta Osmanlının dağılmış halkları olmak üzere, yeryüzünün birçok beldesinde ezilmiş, mağdur ve mazlum halkların Türkiye’deki değişimi batı tahakkümü dışında farklı bir model olma ihtimali olarak büyük bir heyecanla izlemesi, tek dünya imparatorluğu hevesleri kuran güçlerin konforunu bozmuştur. Bu heyecan dalgasını boğmak ve yine savaş ve iç savaşlarla halklarımızı meşgul etmek için her türlü pozitif gelişmeyi negatif göstererek yeni memnuniyetsizler-ötekiler yaratıp islamofobia temelli husumet algısını kışkırtmaktadırlar. Eski rejim yanlıları ve onlarla aynı cephede toplaşan diğer haçlı işbirlikçisi kriminal-sosyopat unsurların provokatif varlığı, ezilen halkların bu son umudunu da yok etmeyi hedeflemektedir.

Tıpkı Mısır ve Suriye gibi, Türkiye’de de batı güdümlü soysuz devlet oligarşisinin organize ettiği toplumsal değişim karşıtı cephenin İstanbul’u hedef alması da boşuna değildir. İstanbul’u bir dünya kenti yapacak büyük projeleri sabote etmek ve yine sokaklarını terörize etmek için defalarca denedikleri provaktif saldırıların devamı da gelecektir. Çünkü İstanbul, bütün ezilen halkların kendine güven ve öze dönüşle neler yapılabileceğini gösteren bir aynadır. Batıya sömürge olmadan ve Müslümanlığı da yok etmeden modernleşmenin mümkün olduğunu ispatlayan sosyolojik bir laboratuardır. Pagan değerlerin dışında da yerli değerlerle demokratik ve özgürlükçü bir düzenin kurulabileceği ve ulus devletin sahte sınırlarını aşan doğal bir enternasyonalizmin mümkün olduğunu gösteren bir sembol şehirdir. Bu nedenle büyük değişim sürecinde: eski Türkiye’nin yoksullaştırıp göçe mecbur ettiği Anadolu insanının sığındığı, ortaya çıkan rantı da çapulcu lümpen sermaye çevrelerine yağmalattığı bu kadim Roma’nın başkenti, yeni dönemde İslam dünyasının, Balkan ve Kafkas halklarının, Afrika’nın ve hatta Asya ve Latin Amerika halklarının batı dışı bir başarı hikayesi olarak umutla izlediği bir dönüşüm modelinin payitahtıdır şimdi. Sadece bir dünya şehri değil, aynı zamanda artık bölgemizdeki bütün mazlumların sığındığı, muhalif aydınların kaçtığı, yeni doğu ve batı sentezinin kültürel harmonisini merak edenlerin buluştuğu bir uygarlık merkezidir. Tabii ki batılı paradigmanın ve kapitalist tahakkümün hala egemen olduğu, süper güçlerin, tekelci şirketlerin ve istihbarat örgütlerinin de yığınak yaptığı  bir merkez. Ama en azından mazlum ve mustazaf halkların artık Berlin, Paris, Londra dışında sığınabileceği Müslüman bir beldeleri vardır. Batıya öykünen dünyanın mahrumlarının övünerek sahipleneceği bir alternatif umutları vardır. 200 yıldır yenilen, horlanan, birbirine kırdırılan Müslüman halkların tekrar buluşup kardeşleşeceği bir  güvenli limanları vardır. Farklı din ve inançtan bin bir çeşit Ademoğlunun, İbrahim milletinin Rum, Ermeni, Süryani bütün parçalarının, Haniflerin, İslam ümmetinin her mezhepten çocuklarının, bütün ırk, etnos, kabile ve aşiretlerin, kendi renkleri, dilleri ve kültürleriyle karışıp bir arada barış içinde yaşayabildiği görkemli bir barış şehridir İstanbul artık. Ve giderek daha da böyle olacak, bütün bölgenin, bütün doğunun ve bütün insanlığın alternatif uygarlık menbaına dönüşecektir. Bu nedenle küresel güçlerin ve işbirlikçilerinin İstanbul’u büyütecek, geliştirecek ve payitahta dönüştürecek projeleri hedeflemesi anlamsız değildir. Büyük projeleri yolsuzlukla özdeşleştirmeleri, kenar mahalleleri kışkırtmaları, büyüme sancısının ürettiği yoksulluk ve yolsuzluk gibi ahlaki yozlaşmayı asıl niyetlerine saklayan bir susturucu olarak kullanıp bütün değişim sürecini sabote etmeye kalkmaları boşuna değildir. Türkiye, adı daha büyük bir yeni bütünleşme sürecinin payitahtı olarak İstanbul’unu sosyal adaletin de, ahlakın da, sanat ve estetiğin de merkezi yapmakla mükelleftir. Siyasi iktidarın bunu sadece inançları ve ahlaki zorunlulukları için değil, bu evrensel umudun boşa düşmemesi, şeytanın çocuklarının bir kez daha insanlığa kendilerinden başka bir seçenek olmadığını dayatamamaları için de öncelikli bir farz olarak kodlaması şarttır.

Bir daha hiçbir gücün evlerinden insanlarımızı alıp kaybedemeyeceği, köylerimizi yakamayacağı, inançlarımızı, ırklarımızı, dillerimizi, mezheplerimizi birer yaraya dönüştüremeyeceği, çocuklarımızın beynini pagan putlarla donatamayacağı bir ülke olmak için paraya ve silaha ihtiyaç yoktur. Aksine paraya ve silaha da sahip olmak için,  yoksulluğun ve yolsuzluğun bütün koşullarının yok edildiği, eşitlik ve adaletin toplumsal bir ahlak olarak yerleştiği, bireylerin kendine güvenen şahsiyetler, toplulukların farklı olana saygı duyan haysiyet sahibi organik güçler, yöneticilerin gözü gönlü tok asalet sahibi fertler olarak var olabildiği ahlaken güçlü bir toplum, her gücün temelidir. İşte o zaman, ne Romanya’da bir Müslüman kaybedilir, ne Orta Afrika veya Myammar’da canlı canlı yakılabilir, ne Baas faşizmi dünyanın gözü önünde çocuklarımız katledebilir ne Firavun artıkları darbe yapabilir. İşte o zaman Aryan faşizmi de Rus nihilizmi de batı paganizmi de hizaya gelecektir.

Türküyle Kürdüyle dindarı ve laikiyle alevisi sünnisiyle bütün renkleri dilleri ve inançlarıyla, -sadece haçlı işbirlikçisi zalim ve hain unsurlar hariç-, bütün toplumuyla artık geçmişten kalma kavgaların değil, ortak bir geleceğin düşünü kurabilmek için, tek yapacağımız şey, kendimize, özümüze dönmektir. Mahallemize, köyümüze, çocukluğumuza, o saf bilginin, doğal komşulukların, insani ve İslami kardeşliğin hayata ruh verdiği uysal geçmişe bir daha bakmalıyız. Yoksulken bile ruhen zengin, zenginken bile ruhen suçlu gibi olduğumuz o asil Anadolu ümranından nasıl bir ahlaksızlık, nasıl bir yağmacı çürüme ve ırkçı, faşist, solcu, dinci, cinci cahiliye bataklığının türediğini kavrayabilmek için bir kez daha düşünmeliyiz. Çocuklarımızın adam olsun diye gönderdiğimiz pagan okullardan bize- ana babasına değerlerine- yabancılaşıp, solcu ırkçı veya dinci retoriklerle bizi aşağılayan ve değiştirmeye çalışan birer canavar olarak geri dönüşü üzerine bir daha kafa yormalıyız. Bizi bozan, içimize çeşitli ihtiraslar sokan, doğal özelliklerimizi deforme edip ideoloji, ırk veya mezhep kimlikleri halinde itici birer fitneye dönüştüren, yeteneklerimizi köreltip olmayan mesleklerle enerjimizi heba ettiren, gençlerimizi nihilist çapulculara, hocalarımızı şaklabanlığa, aydınlarımızı goygoyculuğa mahkum eden bir kabustan uyanmak için sadık bir rüyaya niyetlenmeliyiz.

İslam uygarlığının Dar’üs Selam yaptığı Kudüs ve Bağdat’ı harabeye çeviren düşmana inat, şimdi İstanbul’umuzu ebedi barış ve esenlik yurdu yapacak bir ortak rüyamız olmalı… İyi niyetle, aklımızda kalan iyi şeylerle başa dönmeliyiz. O sıcaklığa, tutuşa, dokunmaya. O demli bir çay bardağındaki bizi millet kılan muhabbetin diline ve ruhuna…

Ve bir gün İstanbul’un bütün kapılarına ‘Darüs Selam’a hoşgeldiniz’ yazmalıyız.

Leave a Reply