Fikir namusu, namuslu fikir; Kemal Tahir

Biz gerçek emperyalizmle er geç hesaplaşmak zorundayız.. Bunu gerçekten yapmadıkça, batıya hizmet teklif etmekle, belayı başımızdan defedemeyiz’                                      

 Kemal Tahir-notlar-batılılaşma

Cemil Meriç, Bu Ülke adlı kitabında şöyle der: “Dost bir sesti Kemal, okşayan inandıran bir ses. Ama bu yumuşak sesin arada bir korkunçlaştığına da şahit olurduk. Bir vicdanın sesiydi bu. Melanetlere meydan okuyan bir sayha idi. Yalanları silip süpüren bir fırtına. Kemal, her namuslu aydının yol arkadaşıydı, yol arkadaşı ve zaman zaman kılavuzu. Hataları, hepimizin hataları. Vahşi cenk çığlıkları atarak birbirlerine saldıranlar, onun husumet duvarlarını yıkan büyük sabrından ve anlayışından ders almalıdırlar…”

Kemal Tahir, her şeyden önce haysiyetimizin cesur sesiydi. ‘Esir şehrin insanları’na konuştuğunun farkında olan bir vicdanın sesi. Yüzyıllara yayılan bitimsiz bir yıkılışı inatla durdurmaya çalışanların son temsilcilerinden biriydi. İnanmayın diyordu, sakın inanmayın, sizi yok etmeye çalışanlara inanmayın. Kendinizi tarihinizi haysiyetinizi kaybetmeyin. Kemal Tahir, her şeyden önce derin ruhumuzun bu inadının onurlu bir nefesiydi.

Cumhuriyet kurulmuştu ve bu bir nefes alma dönemiydi. Fakat bir zümre bu dönemi ebedi bir düzen zannediyordu. İnkılaplar yapılmıştı ve bu bir yenilgi dönemi takiyesiydi ve fakat bir çevre bunları yeni  iman umdeleri olarak sunuyordu. Millet parçalanmıştı ve arta kalanlardan bir yekvücud oluşturulmaya çalışılıyordu ve fakat bir kısım insanlar bunu hüdayinabit bir ulus yaratma olarak uygulamaktaydı. hacir altına alınmış olan devletimiz kendisine kısmi bir egemenlik alanı açmaya çalışıyordu ve fakat bazıları bunu yenildiklerimize benzeme ve yenilene bir tekme daha vurma fırsatı olarak görmekteydi. Kemal Tahir, bu yangından sonra arta kalanın başında çömelip bu olan biteni gören ferasetti. Gavura gavur demeyi yasaklayanlar şimdi bize Osmanlı demeyi de yasaklamıştı. Tahir, inatla Osmanlı diyordu. Devlet-i Ali, Cumhuriyet olmuştu ve Tahir ısrarla kerim devlet diyordu. Millete artık Ulus deniyordu ve Tahir milletin ruh köküne, Anadoluya, köye, kasabaya iniyordu ve gerçek insanları bulup gerçek dilleriyle konuşturuyordu. Tahir, bütün sahteliklere meydan okuyor, her tür yalana ayna tutuyordu. Doğuluyduk biz, yüzyıllardır örseleniyor, aşağılanıyor, değişmeye zorlanıyorduk. Her bir yanımız yaralıydı. Ahlakımız tükenmiş, değerlerimiz yozlaşmış, insanımız her manada güçsüzleşmiş, yoksullaşmış ve yozlaşmıştı. Ama hala vardık ve var kalabilmiştik. Her birimize pay düşmüştü bu travmadan. Kendimize güveni yitirmiş, batıya, celladına aşık birer zavallıya dönüşmüştük. Yeni düzen bu psikolojiyi müesses düzen olarak kurumsallaştırıyordu ve bunu bizi köksüzleştirerek yapıyordu. Tahir, ”Batıdan almaya mecbur olduğumuz her şey, teknik, bilim, bizim de baba mirasımızdır. Onları almak için milli benliğimizden ayrıca ağır bedeller ödemeye, haraçlar vermeye mecbur değiliz” diyordu. Her şeye rağmen onuru korumanın, düşmana boyun eğmemenin, batıya yukardan bakmanın yani o Osmanlı soylusu bakışın adıydı Tahir.

‘I. Beyazid’in Çubuk ovasında kime niçin yenildiğini, Fatih’in hangi amaç için zehirlendiğini, Süleyman’a neden Kanuni denildiğini, İmparatorluğu kurtarmak için tutulan Tanzimat’ın (batılılaşma yolu) bu imparatorluğu batırdığı halde, bugün tarih kitaplarında neden hala (Hayriye) yani hayırlı diye geçirildiğini, ..Abdülhamit’e kızıl’ lakabının kimlerce uygun görüldüğünü bilmeden, bugün dünyada olup bitenleri, ..hele Türkiye’de olup bitenleri anlamak mümkün değildir.’ ( Notlar/ Batılılaşma,:137-138)

‘Bugün içinde debelendiğimiz ekonomik-sosyal zorluklarımızın kaynağı, 19. yüzyıl başından bu yana batılı sömürücü (emperyalist) güçlerin, kendi çıkarlarına göre bizi batılılaşmaya zorlamalarından ve bizim bu zorlamaya bilir bilmez koşulmuş olmamızdandır’(A.g.e.) diye vurguluyordu bunu.

Kemal Tahir, milletin aydınıydı. Tanzimatta tercüme odasından doğan dragomanlardan değildi. Cemil Meriç, onlara mustağrip aydın diyordu ve Tahir onlar gibi kapıkulu aydın olmayı reddedenlerin timsaliydi. Resmi ideolojinin yalanlarına meydan okuyarak, hakikatin nöbetini tutmaya koyulmuştu. “Ne mutlu Türk’üm diyene. Köylü bizim efendimizdir. Türk işçisi dayanıklıdır. İnkılâba gönül vermiştir. Bunlar nasıl garip sözler? (…) Ne mutlu Türk’üm diyene. Fekat sokaktaki kaldırımda değil, dayanıklı, dört ayağı olan sırma koltuklarda. Köylü bizim efendimizdir. Fekat biz köylünün ağasıyız. Köylü ağanındır. (…) Türk işçisi dayanıklıdır. Bu doğru. (…) Ağız dolusu İnkılâp dedikleri soytarılık daha taze olduğu için mi bu masalları okuyorlar bize dersin?” diyordu.

Kemal Tahir; namuslu aydın kuşağındandı. Mehmet Âkif, Cemil Meriç, İdris Küçükömer, Nurettin Topçu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Oğuz Atay, Sezai Karakoç…hepsi hakikat savaşçılarıydı ve bütün kartondan ideolojilerin, sahte kavgaların, segmenter bölünmelerin ortasında ayaklarını sağlam yere basıp göğüslerini yalana karşı siper etmişlerdi. Resmi ideolojinin zehirlediği beyinlere yalnızca hakikati arama tecessüsü aşılayarak akıl sağlığımızı korumaya adamışlardı kendilerini. Ne çok düşmanları vardı. Ne kadar saldırıya uğramışlardı hepsi de. Yaşarken çektikleri bireysel acılar hiçbir şeydi. Asıl olarak deli gömlekleri yaralamıştı hepsini. Birer soğuk savaş ideolojisine yapışıp birbirini vuran kesin inançlılardı onları vuran silah sahipleri. Tanzimat’ın ülkemize, devletimize, beyinlerimize dönük ablukası soğuk savaş döneminde bu ideolojilerle sürüyordu. ‘Durun kalabalıklar durun, bu cadde çıkmaz sokak” diyenler bu oyunu bozuyor, sahtelik maskelerini indiriyordu. Fikrin namusunu korumak, aydın namusunu temsil etmek çok zordu o yıllarda. Tayin edilmiş saflar, ezberlenmiş roller, hamasi sloganlar, demogoji ve retorikten ibaret sözde düşünceler…kurşun gibi ağır bir hava ve boşlukta asılı duran ağır bir çarkın biteviye dönüşü…kemal Tahir ve kuşağı için bu ortamda konuşmak, hele hakikati konuşmak, bizatihi bu çabanın kendisi başlıbaşına bir davaydı işte. Tahir, bu davanın münevverlerinden biriydi.

Kemal Tahir, doğucuydu. Navarin bozgunu ile başlayan batının kendini icadı ve doğunun Osmanlı şahsında ötekileştirilmesine itiraz etmenin adıydı Doğuculuk. Biraz da inattı. Evet biz sizden değiliz demekti. Doğu-batı çatışması, dönemin moda Marksizmleri içinden en doğuya yakın yorumunun diliyle ifade ediliyordu; Asya tipi üretim tarzı. Tahir, Marksizmin son tahlilde bir tür batıcılık olduğunun farkındaydı. Ve sol terminolojinin meramını anlatacak kadar özenle seçilmiş kavramlarıyla anlatıyordu davasını. Doğuculuk, toplumculuktu, paylaşmaktı, vicdandı, merhametti. Doğunun geriliği göreceydi. Eksiklikleri, yanlışları, arızaları sömürgeciliğin ürünüydü. Bin yıldır haysiyetini inatla savunma çabasının tahrip ettiği insan yapısı, özünde sağlamdı. Bozulma, batıya bedel ödemekle başlamıştı. Çürüme, batı ile yatağa girmenin sonucuydu. Tahir, gerçekçiydi, popülist değildi, halk dalkavukluğunu sevmezdi. Bütün köy romanları köyün ve köylülüğün sağlam eleştirileriyle doluydu. Anadolu insanını mapus damlarında iyi tanımıştı Tahir. Boşa atıp tutacak bir hamasete eyvallah etmemişti. Onun halkçılığı, toplumcu gerçekçilik denilen perspektifin ürünüydü. Halk ve devlet bir saftı, tefeci, bezirgan, ayan-ağa, komprador sermaye ve bunların işbirlikçisi bürokrat ise karşı saftı. Daha doğrusu bu saflaşmayı istiyordu O. Gerçek bir sosyal adaletin bu saflaşmadan doğacağına inanıyordu. Devlet bu nedenle başka bir mana ifade ediyordu Tahir’in zihninde. Devlet, güç sahiplerine karşı güçsüzün tek gücüydü. batıya karşı güçsüzlerin tek savunma mevzisiydi. Çürümeye karşı insanımızın tek sigortasıydı. Tahir’in devlet Ana’sı, veya kerim devleti, tek parti dönemi ve devamı olan soğuk savaş dönemi devletine yöneltilmiş en sert, en köklü, en doğru eleştiriydi aslında. Dış güce yaslanıp halkını döven bir devlet, meşru olamazdı. Tahir, kendi zihnindeki devleti aradı hep. 12 yıl hapis yatmasına rağmen küsmemişti o devlete. Çünkü o hacir altındaki bir devletin özünün hala korunduğuna inanıyordu. Kemal Tahir’in devleti ne pahasına olursa olsun bu halka, bu davaya lazımdı.

Bütün cumhuriyet aydınları gibi, kemal Tahir’in bir yanı da şizofrendi. çöküşü doğuran nedenlere itiraz ediyor, ama o nedenleri doğuran koşulları sorgulamayı da ihmal ediyorlardı. Bu nedenle bir çok konuda eksikli, fraktal bir düşünce yapıları vardı. Batılılaşma ile hesaplaşırken batılılaşmış bir halleri vardı. 19. yüzyılın Rus aydınları gibiydiler. Kendi köklerini ararken  Avrupa’nın köklerine kadar gitmişlerdi, kendi hesaplarını Avrupalının zihin haritasında dolaşarak görmeye çalışıyorlardı. Rus narodniklerin paradoksu, doğucu solculuğun da çıkmazlarını özetliyordu. Bu şizofreni, Daryush Shayeganın ifadesiyle yaralı bir bilinç üretmişti. Batının sokak lambaları altında Işık doğudan gelir diye konuşuyorlardı. Dinle ilişki, bu aydın şizofrenisinin en önemli göstergesiydi. Kemal Tahir, İslam’ı önce halkın kendisinden, köylülerin yaşamından öğrenmişti. Din, köylünün doğayla, devletle, diğer köylülerle kurduğu çarpık ilişkilerin maskesi gibiydi. Bir tür ikiyüzlülük aynasıydı. Bu nedenle İslam, olsa olsa tarihin doğru damarını muhafaza eden kutsal bir mahfaza kutusu olabilirdi. Belki batıya direnişin motivasyon unsurlarından biri olarak ta işe yarayabilirdi. Ama o kadar. Bu nedenle dönemin İslam ve sosyalizm tartışmaları, kitle desteği bağlamında Sünniliğin sağın oy deposu olmaktan çıkartılması amacıyla yürütülen araçsal bir tartışmaya dönüşecekti.

Kemal Tahir, 9 Mart darbesine giden süreçte, 27 mayıs darbesinden doğmuş ve bu darbeyi 9 Mart’ta Baas tipi sol soslu bir çizgiyle yenilemek isteyen 60’ların solculuğuna da mesafeliydi. Devlet Ana, Kurt Kanunu, Yol ayrımı gibi romanlarında, Osmanlı vurgusu ve komitacı İttihatçılık eleştirileri, aslında bu darbeci sola dönüktü.  Tahir,ayrıca  tam da kemalizm tartışmalarının ortasında, kemalizme mesafe koymuş ve daha milli-organik bir fikrin arayışına yüzünü dönmüştü. Sonuçta, Tahir’in bu fraktal tutumu, Tahiriliğin hem soldan hem de sağdan eleştirilmesini sağlayacak, ne sağ nede sol, Tahir’i bir yere koyamayacaktı. Ama asıl önemlisi, Kemal Tahir’in açmaya çalıştığı yolun tarihsel bir çizgiye dönüşüp dönüşmeyeceği sorusunun boşlukta kalmasıydı.

Şimdi 21. yüzyılın başlarındayız ve bence bugün bu sorunun cevabı çok net; Kemal Tahir, sadece namuslu fikirleriyle değil, temsil ettiği o aydın namusu kişiliğiyle de hala yaşıyor.

Bugün, Türkiye 20. yüzyılını kapatmaya çalışıyor. Kendi soğuk savaşını bitirmeye uğraşıyor. Sahte kamplaşmalarına son vermek, soğuk savaşın vesayetçi düzenini dönüştürmek, ulusal ve bölgesel düzeyde geçmişiyle barışık yeni bir yol çizmek istiyor. Batılılaşmanın hem amaçlarına ulaştığı için hem de batının vereceği bir şey kalmadığı için son demlerini yaşadığı söylenebilir. Artık özgün modernleşme modellerinin tartışılacağı bir zemin oluşuyor. Cumhuriyeti doğuran koşullar ortadan kalktıkça cumhuriyeti ebedi bir ideal olarak ezberleyenlerin ezberi bozuluyor. Her yeni durum, eskinin işlevsizleşmesine, hatta giderek ek bir maliyete dönüşmesine yol açıyor. Toplum, bütün aksi zehirlenmelere rağmen giderek kendine dönüyor, kendine, geçmişine, bir birine bakmayı batıya bakmaya tercih eder hale geliyor. Kentleşme, eğitim, sağlık, yol, su, elektrik, bürokrasi gibi eski sorunların bir çoğu bir hatıra olarak geçmişe gömülüyor. Türkiye, tekrar bir başka yeni hale doğru hızla koşuyor. Ama batıya bağımlılık, kendi kimliğini netleştirememe, yolunu, yönünü net tarif etme konusunda henüz bir mesafe alınmış değil. Adeta kendiliğinden yüzen bir tansatlantik gemisi gibi, hatta birazda ilahi bir elin yordamıyla kendine doğru ilerleyen bir süreç yaşanıyor.

Bütün bunlar, Kemal Tahir’in on yıllar önce söylediklerinin özeti gibi. Namuslu bir aydının ferasetini bugün daha iyi anlıyoruz. Temel sorunları, esaslı meseleleri, en önemlisi geçmişe aidiyetle geleceği kendi irademizle kurma haysiyetini yeniden kazanma çabasının ne kadar önemli olduğunu şimdi bizzat tecrübe ediyoruz. Tahir’in üzerine bastığı o sağlam yoldan çocuklarımızın da yürüyeceğini görüyoruz. Kemal Tahir, yaşarken kendisini anlamayan, dışlayan, suçlayan, hapislere salan herkesin öldüğünü ama kendisinin yaşadığını görseydi eminim,  “En uğursuz, en pis hadımlık öğrenmemek, anlamamak, sepet gelip sepet gitmeyi kabullenmektir” derdi yine.

Şimdi, Tahir’i yeniden ve yeniden okuma, tartışma zamanı. Onun ferasetiyle görüp uyardığı her soruna odaklanıp çözme çabasına devam etmeli, onun eksik bıraktığı, şizofreniye kurban ettiği meseleleri daha bir ciddiye almalı, onun yüzünü çevirdiği yöne daha bir dikkatli bakmalı. Ama en önemlisi, Kemal Tahir’i, bugün ve gelecek için namuslu bir aydın karakteri olarak, fikir namusunun vakarlı bir yüzü olarak genç kuşaklara tanıtmak. Çünkü bu ülke bütün olumlu adımlara rağmen meselenin bam teline hala gelebilmiş değil ve hala Tanzimat’ın kırmızı çizgilerine dokunan yok. Kemal Tahir, işte bu nedenle de geleceğin aydın kuşağı için bir kutup yıldızı olmaya devam ediyor.

 

 

 

 

 

 

Leave a Reply