II. Tanzimat ve Değişim Paradoksu

Eski çağlarda ordular kentleri aylarca kuşatmada tutar, bir tür psikolojik harp taktiğiyle kenti teslim olmaya mecbur bırakacak kıvama kadar beklerlerdi. Ulaşım, gıda ve her tür yaşam ihtiyacı tükenene kadar direnen kentler sonunda kısa çarpışmalarla düşer ya da teslim olurdu.

Kentlerin ele geçirilmesinde İspanyol komutan Cortes’in taktiği ise, iktidardaki kabileye rakip olan kabilelerin desteğini sağlamak ve gerekli asker gücü yanında istihbarat ve moral destekle tamamen yabancısı olduğu ülkeyi işgal etmekti. Bu sayede 500 civarında askerine on bine yakın yerli kabile askeri ekleyerek İnkaları yenmiş ve Meksika’yı işgal etmişti.

Moğol istilası sırasında Anadolu beyliklerinin Osmanlılara karşı Moğol safında yer alması da benzeri bir savaş taktiğinin ürünüydü. Aynı şekilde Timur’la işbirliği yapan Türk beylikleri sayesinde Timur da, Bayezıt’ı yenebilmişti.

Küresel faşist koalisyon, soğuk savaştan sonra tüm dünyaya yayılma stratejisini bu eski savaş hileleriyle uygulamaya koydu. Sadece İşgal edeceği yerleri değil, finans gücü, iletişim ve eğlence sektörü sayesinde tüm dünyayı bir tür psikolojik kuşatma altına alarak ilerledi. Dünya halkalarının bir çoğu ise, tıpkı İnka’lar ya da Osmanlılarla iç problemler yaşayan rakip kabileler gibi, düşmanımın düşmanı dostumdur, mantığıyla bu saldırgan güçle ittifak etme veya en azından işgale seyirci kalma siyaseti güttü. Bu manada küresel saldırganlığın başarısı, yerli statükoların kendi halklarını bıktıran siyasetlerine çok şey borçludur.

Irak ve Afganistan’ın somut işgallerinde açık bir şekilde gördüğümüz bu trajik gerçek, Türkiye içinde geçerlidir. Küresel koalisyonun proje ve dayatmaları karşısında muhalif grup ve çevrelerin tutumu, Amerikan yerlilerinin, Anadolu beyliklerinin ya da Irak, Afgan kabileleri’ninden pekte farklı olmamıştır. Statüko, işlediği suçların bedelini kritik zamanlarda yalnız bırakılarak ödemektedir.

Yaşadığımız süreç, işte bu trajik savaş oyununun sonuçlarıyla sürmektedir.

Bu sürecin diyalektiği basittir: statüko, dış dinamiğin kuşatmasını bahane ederek kendine yeniden meşruiyet üretmeye çalışır. Muhalif unsurlar ise, statükonun eski suçlarını bahane ederek dış dinamiğin değişim fırsatları yaratacağını kurgulayarak meşruiyet zeminini terk eder.

Din ve Devletin Birlikte Yıpranışı

Sorun sadece meşruiyet sorunu da değildir. Daha derinde, toplumsal bilinçaltında taşlar yerinden oynamaya başlar. Toplumsal benliğin temsil dili olarak din ve mekanı olarak devlet, çoğu zaman kendisine rağmen yaydığı güven, aidiyet ve asabiye duygularını zedeleyecek bir tarzda sönümlenir, etkisizleşir, önemsizleşir. Bu manada devlet, gündelik siyasetin çok ötesinde, derinlerde oynadığı belki de tek olumlu toplumsal güven işlevini kaybetmeye başlar. Din ise, manevi güven ve ahlaki erdemlerin içinin boşaldığı, kabuğunun ise bu içeriksizleşmenin suçunu örtecek tarzda geliştiği bir sahte dindarlaşma paradoksuna düşer. Ortaya çıkan sonuç, toplumunun kendine güveni ve asabiyesini kaybetmesidir.

Özellikle Doğu Bloku ülkelerinde sistemin çözülüş sürecinde yaşanan olaylar, tamda bu tür bir krizin göstergesi gibiydi. Sovyet güdümlü güçlü devlet ve din yerine ikame edilmiş ideoloji olarak sosyalizm, paralel bir krize girmiş, ortaya çıkan zeminde güven ve asabiyesi tahrip olmuş toplumlar kolayca ve de seve seve kapitalizme koşmuşlardı. Soğuk savaştan on yıllar sonra bile, Gürcistan ve Ukrayna örneğinde sahnelenen iktidar krizleri, kastettiğimiz türden devlet ve ideoloji krizi ve toplumsal etkisinin son örneği idi. George Soros’un finanse ettiği birkaç sivil toplum örgütü ve medya eşliğinde sahnelenen demokrasicilik oyunu, köklü toplumsal değer ve algıları aşarak kitle manipülasyonunun kolay örnekleri olarak tarihe geçti.

Türkiye, benzer bir sürece özellikle 28 şubat 1997’den itibaren yaşamaktadır. Ani ve kaotik manipülasyonlar yerine, daha rafine ve zamana yayılmış toplumsal mühendislik usülleri ile sürdürülen bu süreç, 17 ağustos depremi, 2001 ekonomi krizi ve AKP’nin iktidar olma süreci şeklindeki kritik dönüm noktalarıyla devam etmiştir. Medya ve diğer kamuoyu oluşturma araçları sayesinde toplum adeta hipnotize edilmiş, son 30 yıllık iç savaşlar sürecinin yorduğu toplumsal benlik, AB hayaline kilitlenerek adeta havlu atmıştır. Hemen her sorun, agrandize edilmiş haliyle ve her biri bir lobiyi temsilen icazetli birkaç aydının demagojik medya tartışmaları eşliğinde içi boşaltılarak tartışılıyormuş gibi yapılarak psikolojik harp taktikleri uygulanmıştır.

Bir yanda her şey kendi haline bırakılmış ve kendiliğinden olup bitiyormuş gibi süren atalet ve belirsizlik havası, öte yanda ise en ayrıntılı ekonomik, sosyal, siyasi ve psikolojik programların uygulandığını gösteren rafine uygulamalar yaşanmaktadır.

İşte bu kontrollü dağınıklık, din ve devlet krizinin, yani toplumsal güven ve asabiyenin tükenişini temsilen bir entite olarak devletin ve de bir üst değerler dizgesi olarak Din’in abartılı kabuklarla şişmesi ama içerik olarak etkisiz ve önemsiz kalışının göstergesidir. (Mevcut iktidar bu çift yönlü tükenişin rasathanesidir.) İşte bu vasattır ki, Türkiye, sorunlarını tartışamaz, çözemez ve ilerleyemez olmuştur. Bu durumu kolaylık olsun diye İkinci Tanzimat süreci olarak kodlayabiliriz. Zira Tanzimat dönemi, dış dinamiğin dayatması ile değişmenin adıdır. Ama tarihimiz, Cumhuriyet döneminin bazı uygulamalarını saymazsak, iç dinamikle değişememenin, varolana esir kalmanın, bir tür kasılma halinin örnekleriyle doludur. Çoğu durumda Türkiye, daha doğrusu bu bağlamda devlet, elde olanı da kaybetme korkusundan kaynaklanan kasılma halinden çözülme yolu olarak dış dinamiğin dayatmalarına kendi eliyle kapı açmaktadır.

Yine Tanzimat örneğinden gidersek, son iki yüz yıllık dönem boyunca önce iktidar elitleri yabancı konsolosluklardan icazet alarak güç devşirme yöntemini tercih etmiş, muhaliflerde bu kapıdan girerek dış dinamiklere yaslanarak talep ve itirazlarını dile getirmiştir. Mustafa Reşit Paşanın İngilizciliği, Ali ve Fuat paşaların Fransızcılığı, Mahmut Nedim paşanın Rusçuluğu, Abdülhamit ve İttihat Terakki’nin Alman ittifakı siyasetleri göz önüne alınmadan, Osmanlıya isyan eden Balkan halkları ya da Arapların batılı güçlerle işbirliğini sorgulamak ve yargılamak ne kadar tutarlı olabilir? Eğer sorun batıya yaslanarak ayakta kalmak, meşrulaşmak, batılılaşmak ise, bu halkların bu amaçla Türkiye’nin taşeronluğuna ihtiyaç duymayıp, kendi başlarına bu yola girmesinin anlaşılmaz bir yanı yoktur.

Benzer bir süreç, bugün Rusya’da yaşanmaktadır. Rus elitleri 1990’lı yıllardan itibaren batı ile işbirliğine yönelirken, eski peyklerinin birer birer kendi başlarına batıya açılmasına da ihanet gözüyle bakmışlardı. Oysa, ortada bir ihanet varsa, bu her zaman ilk yolu açanındır.

Oligarşi Eliyle Uygulanan ‘Sevr’

Türkiye, işte bu batıya bağımlılık tarihinin son evresinde, ABD ile AB arasında, batılılaşma ile sonuçları arasında kritik bir dönemeçte salınmaktadır. Bu kritik süreçte ise, toplumsal benliğin ve asabiyenin temsilcisi olarak devlet, adeta kendi eliyle uyguladığı ‘Sevr’ politikalarının bedelini ödemektedir. Solcuları, İslamcıları, Kürtleri, Alevileri, gayrı müslimleri, hatta fazla milliyetçi sayılan Ülkücüleri, sırayla, hep birlikte yada birini tutup ötekine vurarak biteviye dışlamanın, ayrımcılık yapmanın, iç tehdit ilan etmenin Sevr’den yani ülkeyi ve milleti bölmekten başka bir adı yoktur.

İşte şimdi, bu siyasetin sahipleri, yani milletin devletini kendi tımarı olarak gören oligarşik elitin bir kanadının, dış baskılar karşısında timsah gözyaşları dökmesi ya da milli birliği, vatanı, ülkeyi, devleti savunur olması bu nedenle hiçte inandırıcı gelmemektedir. Bu Statüko, can havliyle, üç doğruyu beş yanlışla karıştıran paranoyak analizlerle, sözde anti emperyalist reflekslerle meşruluğunu tazelemeye çalışırken, bu ülkenin bağımsızlığını, varlık ve bekasını, birlik ve bütünlüğünü bir kez dahi sorgulamak aklından geçmemiş, ama bozuk düzene, adaletsiz paylaşıma, batıcılığa ve ayrımcılığa isyan ederek sahici demokrasinin pratik muhalefetini yürütmüş solcular, İslamcılar ve hatta bir kısım Ülkücüler, süreci esefle seyreder olmuşlardır.

İsyan bastırma yöntemleri, muhalefeti susturma tarzı, askeri darbeler, fişlemeler, sansür, sürgün, tenkil, sistematik işkence, kitap ve film yakmalar…Türkiye tarihinin okul, cami, baraj, fabrika ve yol yapma yanında bu zulüm ve eziyetlerle de dolu olduğunu bir an için unutmadan meseleleri konuşmak zorundayız. Zira, toplumun hafızası hiçte sanıldığı gibi zayıf değildir, sadece çalıyı dolaşmayı ite dalaşmaya tercih edecek kadar tarihi tecrübenin süzülmüş zekası nedeniyle unutmuş görünür ama ilk fırsatta genel yönelimiyle tepkisini dile getirir. Şimdi AB’ye olan ilginin asıl nedeni budur. Birkaç sahiden ajan dışında, toplumsal düzeydeki AB beklentisi, esas olarak işte bu birikmiş tepkilerin dışavurumudur. Toplumun devletten dayak yemiş hemen her kesimi, şimdi dolaylı yoldan bunun hesabını sormak, en azından bir daha tekrar etmemesi için gerekli altyapının düzenlenmesini istemektedir.

Statükocu oligarşi, devlet ve ordunun sahibi imiş gibi davranarak devleti ve orduyu yıpratmıştır. Yine batılı devletler ve NATO gibi küresel kurumlara bağımlılığı reel politikle meşrulaştırmaya çalışmıştır. Sevr siyasetiyle milleti kamplara bölmüş birbirine düşman etmiştir. Şimdi tüm bunları ABD yada AB nin oyunu yada planı imiş gibi sunma uyanıklığına başvurmaktadır. Türkiye’yi batı adına kendi tımarları olarak görenlerin Türkiye’yi batıya bağımlı kılmanın yolu olarak sürdürdükleri bu yönetme tarzı, şimdi kendilerini temize çıkartıp tüm günahları batıya yükleme uyanıklığı ile devam etmektedir. Alavere dalavere, oligarşi yarında iktidarda olsun istenmektedir. Yani, oligarşi kaynaklı anti batıcılık, anti emperyalizm, anti ABDcilik, Anti ABcılık ve sözde ulusalcılık, sahtedir ve en az batıcılık kadar, Amerikancılık, Avrupacılık, İsrailcilik kadar gayrı millidir.

O halde, başta belirttiğimiz diyalektiğin çözümü için şunun altını çizebiliriz: statüko kendine yeni meşruiyet zemini ararken onu yalnızlaştırmak ve yıkılışını engellememek, muhalefeti ise ‘gavura kızıp oruç bozma’ yolundan çevirmek, yani meşru zeminden çıkarak batıya yem olmaktan sakındırmak gerekir.

Bu bağlamda, her ikisi de temelde batı ile işbirliği içindeki Neobatıcı ve sahte ulusalcı kanatların makasından Türkiye’yi çıkartmak, öncelikli teori ve eylem zeminidir. Bu bağlamda, batıcılığın 200 yıllık Tanzimat sürecini aşarak, gerçek bir ‘Milli Tanzimat’ ve demokratik değişim için düşünmeye başlamamız gerekmektedir.

Ülke dergisi, 2002

Leave a Reply