Özgürlüğün Arkeolojisi-I

Organik bir bütünlük olarak her toplumun sosyo-kültürel yapısı ile siyasal düzeni arasında karşılıklı bir belirlenim/etkileşim ilişkisi vardır. Siyasetin, bir güç temerküzü ve dağılım süreci olarak şekillendiği her durumda bu ilişkinin niteliği, bütün bir toplumsal yapıya ilişkin ipuçları verir.

Birbiriyle bağlantılı olsa da, üretim tarzı, coğrafi koşullar, kültürel gelenekler, inanç sistemi gibi farklı faktörler, ayrı ve değişik dozajlarda siyasal alanı etkiler. Bu anlamda siyaset ve bağlantılı olarak yönetim, devlet, idari yapı üzerine söylenecek her sözün doğrudan tek tek her bireye uzanan çağrışımları olacaktır. Bireylerin en yaygın ya da benzer karaktere sahip “ortak” yönlerinin, bu etkileşimde en etkin role sahip olması da doğaldır.
Bu bağlamda, “toplumsal” olma niteliğine sahip olan, yani en yaygın özellikdurumundaki faktörlerin, siyasetin doğasını belirlemede kritik bir role sahip olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Sosyo-kültürel yapının en yaygın ve ortak faktörü şüphesiz inanç sistemidir. İnsanların zihniyet dünyası esas olarak taşıdıkları inanç sistemi tarafından şekillenir. Burada kastedilen dar anlamda dini inanç değil, bizatihi herhangi bir şeye inanma-bağlanma tarzıdır. Zira dini inanç daha formel ve öğrenilen bir özellik taşır. Ancak inanç sistemi, dini inançları da etkileyecek ölçüde informel ve köklüdür. Toplumların yaşadıkları coğrafi koşullar, devraldıkları bütün tarihi miras gibi inanç sistemlerinin de ana hatlarını çizmiştir.

Mezopotamya-Akdeniz havzası, inanç sistemi açısından “tek bir coğrafya ve tarih” olarak ele alınabilir. Zira bu bölgede tarih, birbirini besleyen ve yeniden üreten “aynı olayların” sonsuz tekrarı gibidir. Coğrafya ise, gerek ırmak-dağ-ova-deniz gibi doğa durumunun değişmezleri ve iklim koşulları açısından gerekse göç ve ticaret yollarının devingen karakteri yönünden bu havzada yaşayan her etnisiteden toplumun zihniyet dünyasını belirleyici bir role sahip olmuştur.

Herhangi bir şeye inanma-bağlanma tarzı olarak inanç sisteminin özelliklerini çözümleyebilmek için başvurulacak en elverişli şifre Tanrı telakkisidir. İnsanların ister inansın ister reddetsin, mutlaka bir Tanrı telakkileri ve onunla kurdukları itaat ya da isyan ilişkileri vardır. Toplumların kollektif vicdanı olarak dinlerin de pekiştirme rolü oynadığı bu telakki tarzının analizi, esasen somut olanın yani ekonomik ve politik olanın çözümlenmesini de kolaylaştıracaktır. Tanrı telakkisi, özünde insan ve doğaya ilişkin, hatta bizatihi yaşama ait herşeye ilişkin öğeler taşır. İnsanlar çoğu durumda dinler tarafından ilahi olarak bildirilmiş olana değil, tarih ve coğrafya tarafından belirlenen ve kendi somut gerçekliklerinin çarpıtılarak soyutlaştırılmış sureti olarak temayüz eden bir Tanrı’ya inanırlar. Bu “Tanrı”, aynı zamanda insanların Doğaya ilişkin bilgilerinin sınırı kadar “doğaya” ait fakat doğadan aşkın bir güçtür. “Tanrı’, aslında Mezopotamya-Akdeniz havzası halklarının insana, topluma, devlete ve doğaya ait bilgi ve yargılarının ifadesi gibidir. İlahi dinler, bu bilgi ve yargıların yerine Tanrıya dair gerçek “bilgiyi” insanlara tanıtmışlar, ancak toplumsal pratik kendi alışkanlığını zaman içerisinde yeniden ikame ederek ilahi dinin gerçeği yerine sosyo-kültürel metafiziği hakim kılmıştır. Bu bağlamda “Tanrı telakkisi” üzerine konuşmak, aslında bu bölgenin tarihi ve toplumsal gerçeği üzerine konuşmaktır.

Örneğin “mutlak ve kutsal baba/ efendi” imajı olan bir Tanrı fikrinin gerisinde pederşahi/patriyarkal bir toplumsal kültür, otoriter bir devlet, katı ve ayrımcı bir yöneten/ yönetilen ilişkisi vardır En önemlisi bu “tanrı” sadece bir toplumun yada topluluğun tanrısıdır, tek tek bireylerde karşılığı olan bir tanrı değil. Oysa, örneğin Kuran’ı Kerim’de “kendisini tanıtan” Allah(c. c. ), Rahman ve Rahim’dir, dosttur, eleştiriye hatta isyana dahi müsaade etmiştir. O, nurunu tamamlayacaktır. yani henüz tamamlanmamış, oluş halinde bir Sürecin, karanlığa ve kötülüğe karşı mücadele sürecinin tarafıdır. İnsanı yaratarak “halife” kılmıştır. Doğayı ve diğer canlıları insanın sorumluluğuna emanet etmiştir. İnsanın düşmanı olan şeytanı (kötülüğü) yok etmek için insanın safında ve onun yardımcısı olarak kendisini insana tanıtmaktadır. Kuranı kerimde kendisini bize tanıtan “Allah(c.c.)’ın, toplumsal bilinçaltındaki Tanrı telakkisi ile çok az ortak yanı vardır. Aynı şekilde salt insanın vicdanı ile tarih ve toplumun acımasız gerçekliğinin ürünü olan “tanrı” fikri arasında da çelişki vardır.

Belki de bu nedenle insanların çoğu ya Tanrı ile “iman” yerine kölece bir korku ilişkisi kurmakta veya aslında bu ilişkiye isyan etmektedir. Ancak her halükarda zihniyet dünyasında yer etmiş olan “Tanrısallık” fikri, bir düşünme biçimi olarak beyinleri programlamakta ve bütün toplumsal ilişkiler bu “program”ın değişmez formatları üzerinden kurulmaktadır. Bu coğrafyada yaşayan insanların otoriter olmayan ilişkiler kuramamaları ya da özgür birey olamamalarının gerisinde, insanların zihinlerindeki programın dışında düşünememelerinin, o programın korkutucu ve yıkıcı etkisinin dışına çıkmaya cesaret edememelerinin payı vardır. Yine sabit ve değişmez bir doğa felsefesi ve bunun sonucunda aynı olanın sonsuz tekrarına dayalı siyasi-ekonomik düzenlerin varlığında da “sabit ve değişmez” Tanrı telakkisinin payı vardır. Tamamen totolojik, kapalı, sabit ve mutlak bir düşünme tarzına sahip olan toplumların aynı özellikte bir Tanrı’ya inanmaları, tesadüf değildir.

Mezopotamya-Akdeniz havzasında bilinen tarih içerisinde, yani beşbin yıl boyunca farklı kavimler ve imparatorluk düzenleri olsa dahi “inanılan tanrı”ların benzerliği ve o tanrılarla insanların ilişkisinin “değişmemesi” söz konusudur. Bölgedeki “Tanrılar” panteonun da gök, yer, yeraltı, bereket, aşk, savaş, iyilik-kötülük vb. fonksiyonlarıyla özdeş tanrılar varolmuştur. Bu Tanrıların bir kısmı insanın ulaşamayacağı ve çözümleyemediği Doğa güçleri (Güneş, Ay, yıldızlar)dır. Bir kısmı ise insanların hayatını yönlendiren daha somut ilişkilere müdahale eden, ettiği görülen/tecrübe edilen “insan-tanrılar” yani hükümdarlardır. İkinciler mutlaka birincilerden referans alan ve onlarla “akraba” olan yani normal insanlardan üstün ve ayrıcalıklı varlıklardır.

İran-Sümer-Babil-Akad geleneğinde Tanrı-kral, kadim Mısır’da Tanrı’nın (Güneşin) oğlu kral ve Roma’da ölen imparatorun Tanrılaştırılması (August) söz konusu olmuştur.
Tanrı-kral anlayışı, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın etkisiyle giderek “metafizik bir sınırlamaya” tabi tutulmuş ve “kutsal devlet-kutsal yönetici” telakkisi gelişmiştir. Son 2000 yıllık tarih, modern döneme kadar gerek Hıristiyan gerekse Müslüman toplumlarda “kutsal devlet”lerin tarihidir. Bu anlayış eskisi kadar olmasa da bugün de etkisini sürdürmektedir.
Kutsal hiyerarşi, kadim örf ve sınırları olmayan hegemonya tarzı, hem “Devlet” nezdinde hem de bütün toplumsal ilişkiler içerisinde yeniden üretilerek varlığını sürdürür.

ÖZGÜRLEŞME NEDİR?
Özgürlük; bir praksis ilkesidir. Bizimde içinde bulunduğumuz, Mezopotamya – Akdeniz havzasında tarih; din ve devlet halinde gerçekleşir ve insan bir özneolarak açığa çıkamaz. Felsefe ve politika, mitoloji ve teoloji olarak ve teolojik bir dille konuşur. “İnsan”, tarihin ürettiği büyük ve kutsal bütünlerin nesnesi olarak varolabilir. Bunun dışında varoluş ve kendini ifade imkanı zayıftır. Bu anlamda özgürleşme, yaşadığımız coğrafyada tamamen pratik bir sorundur ve “insan”ın kendisi olarak varolmasını, kendini ifade edebilmesini ve bağımlılıklardan koparak kendi özerk varoluşunu gerçekleştirebilmesini sağlayan politik bir eylemdir. Ancak praksis içerisinde kurulabilecek yeni “bütünler” dolayımıyla yeni bir varolma kanalı ortaya çıkabilir. Özgürlük, ülkemizde, bu nedenle stoacı anlamda metafizik bir fantazi yada batılı anlamda bir insan hakları sorunu değil, tamamen ontolojik ve politik bir gelişme ilkesidir. Yaşadığımız toplumda sırasıyla ekmek – güvenlik ve adalet olarak talep edilen yaşamsal ihtiyaçlar skalası, insanı var edecek özgürlük ilkesini içermediği sürece daima talep edilme düzeyinde kalan temel sorunlar olmayı sürdürecektir. Zira, özgürleşme mücadelesinin ve özgür insanın olmadığı her durumda, ekmek – güvenlik ve adalet; insanı nesneleştiren büyük bütünlerin kadim düzenini sürdürmeye yaramakta, totolojik bir çıkmazın araçları haline gelmektedir.

Böylece insanlar, rızk dağıtan, istikrar ve adalet vaad eden otoritelere boyun eğmeyi sürdürecek ve iktidarlar da bu ihtiyaçlar temelinde insanları kullaştıracaktır. Bu fasit daire, tarihimizin temel çelişkisidir ve ancak özgürlükle aşılabilir. Özgürlük, temelde insanı kullaştıran, beşerleştiren her tür etkenden arınma, yani insanlaşmadır.
Özgürlüğün anahtarı “sahip olma”dır. Mülkün, dinin ve devletin sahibi olmak, insanın tarihsel yapısını değiştirecek en köklü özgürleşme adımıdır. Bu üç temel olguyla kurulmuş olan esaret ilişkisinin tersyüz edilmesi ve bir özne olarak, bir sahip / efendi olarak yeni bir ilişki tarzının geliştirilmesi, pratik özgürleşme çabasının özüdür. Bu anlamda özgürleşme sorunu bireysel olmaktan çok toplumsal bir sorundur ve ancak topyekün değişim adımlarıyla gerçekleşebilir.

SAHİP OLARAK ÖZGÜRLEŞMEK

Mülk’ün sahibi olmak:
Bütün kapitalistleşme çabalarına rağmen, Türkiye’de ekonomi hala ve esas olarak devletin rızk dağıtması ve toplumun da mülk biriktirmesi olarak kurumlaşmıştır. Kapitalizmin altın kuralı olan sermaye birikimi yerine ortaçağın “mülk birikimi” anlayışı egemendir. Bu nedenle kapitalist ticaretin dolaşım ve değişim aracı olarak “para” dahi, bizatihi “mal” hüviyetinde biriktirilen ve çoğunlukla kendi başına bir “mülk” olarak “saklanan” bir değerdir. Toplum, zorla ve bazen da zor yoluyla elde edip biriktirdiği mülkün esiri olur ve insanlar sahip oldukları bu mülk tarafından yönetilen nesne konumundadır. Mülksüz bir geçmişten mülk biriktirme şehvetine dönüşen süreç, ‘insan’ın nesneleşmesi, araçlaşması, değersizleşmesi ve kullaşmasının yeni biçimlerini de üretmektedir. Zorunlu olarak üretim ve çalışmaya dayalı az sayıdaki sektör haricinde, hemen bütün ekonomi, işte bu modern görünümlü “mülk”e bağımlı saadet zinciri karakterli ilişkilerden oluşur. Sonuçta bu ülkede, küçük ya da büyük, her düzeyde mülk sahibi olmak, mülkün esiri olmaktır. Oysa gerçek anlamda “mülke sahip olma”, insana güven duygusu veren, yaratıcılığını artıran, ufkunu ve yeteneklerini geliştiren, korkularını yenmesini sağlayan, ortaklık ve girişimcilik ruhu kazandıran bir duygudur. Mülk’ün sahibi olmanın iki yolu vardır, Birincisi onu emek ve yetenekle kazanmak, ikincisi de, bu kazanma sürecide dahil tüm yaşamı ADEM olma fırsatı olarak gören tevhidi bir dünya görüşüne sahip olmaktır. Emeksiz ve yeteneksiz yani haram kazanç, mutlaka insanı kendine kullaştırır. Tevhid ve adem şuuru olmayan bir insan da illa ki, kazandıklarıyla böbürlenen, haddini aşan ve başkalarına zarar veren bir kullaşma eğilimi gösterir. Bu nedenle, mülkün sahibi olmak, mülk sahibi olmanın sigortasıdır. Ancak bu iki şart altında elde edilen mülk helaldir. Bu şartları taşımayan mülk, hem başkalarının haklarının çalınması ile elde edildiği için, hem de ona kulluk edileceği için, hırsızlıktır ve haramdır. Bugün kapitalist mülkiyet anlayışı ve birikim modeli, hırsızlık üzerine kuruludur ve tüm toplumun birbirbirinin hakkını çalmasına dayalı bir sistemdir. Bu nedenle sadece uyanıklar, ahlaksızlar ve işbitirici benciller mülk sahibi olabilmektedir. Bunların tümünün mülkü hırsızlık malıdır ve bir şekilde topluma-kamuya-tekrar aktarılmalıdır.

Her bir insanın eşit koşullarda ve emek-yetenek-çaba şartlarını yerine getirerek mülk sahibi olması ve bununla birlikte o mülkünün efendisi olabilmesi, yeni bir ekonomi-politik paradigmayı gerekli kılmaktadır. İşte bu insanı efendi yapacak paradigma, özgürlüktür. Mülk’ün sahibi olmak, insanı özgürleştiren bir araçtır. Başkalarına muhtaç olmamak, ihtiyaçlarını karşılayabilmek, kimseye minnet duymamak, gelecekten korkmamak, mülkün sahibi olan insanı özgürleştirir. Kendine güven kazandırır ve topluma faydalı olmasını sağlayacak başka eylem ve yeteneklerini geliştirmek için zaman ve fırsat sunar.

Din’in sahibi olmak:
Aynı şekilde, bir din sahibi olmakta, bu ülkede dinin nesnesi olmaya dönüşmüştür. İnsan için yol gösterici ve kurtarıcı bir araç olarak Dinle kurulan ilişki tarzı, toplumun yeni bağlanma ve kapılma mekanizması haline gelmiştir.Özünde kula kulluğu reddeden İslam, toplumun her düzeyde bir otoriteye bağlanma alışkanlığını pekiştiren manevi bir işlev görmeye zorlanmıştır. Bu anlamda İslam’ın özü ve maksadıyla çelişen kurumsalMüslümanlık, bazı yönleriyle, ‘insan’ın nesneleştirilmesine hizmet eder hale gelmiştir. Sahip olma paradoksu, din konusunda da geçerlidir. İslam gibi özgürlükçü bir dine dayanma iddiasıyla ortaya çıkan, ancak teslimiyet, kişiye kulluk, kadercilik, itaatkarlık, kanaatkarlık, bağlılık gibi köleci kurumsal ilişki biçimleri üreten bazı dinsel oluşumlar, Din üzerinden kadim pagan rahip geleneğini yeniden üreten totolojik bir karaktere sahiptir. Bu özelliği ile dini oluşumların çoğu, insanların özgürleşmesinden çok, devletin ve otoritelerin denetim ve disiplin aracı işlevini görmektedir. Çoğu durumda, özellikle Anadolu’da, devletin, politikacıların ve mülk sahiplerinin yarattığı boşlukları doldurmak ve insanları bu güç merkezlerine itaate alıştırarak teba/reaya/kul halinde tutmak, dinle kurulan bu yanlış ilişki sayesinde mümkün olmaktadır.

Dine yüklenen bu sosyal rol, insanların dini mensubiyetinin “sahip olma” yerine hiçleşme/yokolmaya dayalı edilgen ilişkilerinin ürünüdür.İslam’ın insana kazandırdığı ‘Eşrefi Mahlukat’ misyonu ve şahsiyeti yerine, bu yanlış din anlayışları üzerinden insanlarımızı kuru kalabalık halinde tutacak kullaştırıcı cemaatler yayılmıştır. Bir iman etme biçimi olarak Akletmeyi, çalışmayı, dürüstlüğü, onuru, edebi öğütleyen bir dinin mensuplarından cehalet, fanatizm, tembellik, ikiyüzlülük, güce tapma ve dogmatizm üreten mekanizma, adeta tarihin ironisidir. Bu ilişkinin tersyüz edilmesi, hem batılılaşmayı dinin tasfiyesine indirgeyen politikaların boşa çıkmasını kolaylaştıracak, hem de sahici ve yerli bir modernliğin, milletin asli kimyası olan İslam’ın değer ve dinamiklerinin de katkısıyla maya tutmasını ve evrenselleşmesini sağlayacaktır.

Din’in asıl sahibi tabii ki Allahtır. Bu manada, herşeyin asıl sahibi odur. Ve insan yaşamında din dahil, herşey, Allah tarafından insanın emrine ve sorumluluğuna verilmiştir. Yani, doğa, eşya ve olgular, beden ve ruh, akıl ve vicdan gibi, peygamberler yoluyla insana bildirilen ölçü, sınırlar, öğüt ve nasihatler yani din’de insan için bir vasıtadır. İnsanın insan olma şuuruna ermesi, Allahı ve Allah şuuru üzerinden varoluşunu idrak etmesi, hayat ve ölümün tözsel olarak verilmiş insan olma amacı için geçici bir fırsatlar bütünü olduğunun şuuruna varması için din, yani ilahi mesajlar gönderilmiştir.

Ancak tarih boyunca insanlar, bu mesajları eski animist-pagan alışkanlıklarıyla karıştırarak Allah şuurunu tanrıperestliğe, dini, kurumsal din adamları düzeneğine benzetmiş, her seferinde tekrar peygamberler gönderilerek bu tahrifat düzeltilmiştir. İslam, Din’in bu manada son düzeltme ve kemale varma halidir. Özü itibariyle kula kulluğa ve her tür paganizme kesin bir reddediş mesajı içeren İslam’da, din adamları ve devletlerin elinde başka amaçlara hizmet eden bir dogmalar yığınına dönüştürülmüştür. İşte bütün insanlar için inen vahiy mesajına sahip olmak, onu din adamları, devletler ve egemen sınıfların elinden almak ve bütün insanlar için özgürleşmenin ve esenliğin vasıtası kılmak demektir.

Bunun için, her bir insan tekinin Allah’la muhatap olması, Kuranı okuması ve yorumlaması, her tür dini bilgi tekelinin ortadan kalkması, din adına konuşma mesleği olan din adamlığı sınıfının tasfiye edilmesi, aklı ve çabası ölçüsünce ve samimiyetle her bir insanın Allah’ın mesajlarını yorumlayarak hayatına rehber edinmesinin önünün açılması gerekmektedir. Din, hayattır ve hayatın doğal akışı içinde toplumların derin ve fıtri ruhu ve sigortası olarak yaşamalıdır.

Din’in sahibi olabilmek, insan için bir yol gösterici, öğüt verici ve şifa verici olarak tanımlanan kuran’ın aydınlık mesajlarını klavuz edinmektir.Oysa dinin mensubu olanlar, animist-paganistler gibi, dini teatral, şekilsel ve ayinsel bir dogma halinde güya el üstünde tutuyormuş gibi görünerek, hayatlarının hiçbir anında dine yer vermemektedirler. Çünkü, din, devlet ve mülk gibi, sahibi olunmayınca kulu olunan ve faydasından çok zarar veren bir kurum haline gelebilir.

Devletin sahibi olmak
Özgürlük sorununun bir diğer kavşağı, devlettir. Yaşadığımız coğrafyada “devlet”, bir yönetme aygıtından daha fazla bir şeydir; Güç, otorite, hiyerarşi, kutsallık, statü, prestij, statüko, gelenek, hegemonya, yaşatma, öldürme, rızk verme, savaş, barış, dirlik, düzen, disiplin, sadakat, biat, itaat…ilh….. devlet, çok şeydir.

İnsan / toplum ve devlet arasında, eğer devlet toplum için bir ‘öteki’ haline gelmişse, daima ters orantı vardır; Devlet güçlendikçe, insan/toplum cüceleşir. Devletin gücü, toplumun güçsüzlüğüdür. Hegemonya itaatten, otorite kölelikten, güç sadakatten doğar. Mülk ve din, son tahlilde devlete tapuludur. Bu nedenle insanımızın devletinin sahibi kılınması, bu ülkenin siyasi mücadele alanının en temel sorunudur.

Devletin toplum aleyhine bu tarz güçlenişi ve her şeyi kuşatmasının nedeni, öncelikle özünde bulunan asli amaca, toplumun örgütlenmiş kolektif ruhu olma amacına yabancılaşması nedeniyledir. Devlet, bu yabancılaşma sonucu, tıpkı din’in asli amacına yabancılaşarak bir amaç haline gelip insanüstü bir kuruma dönüşmesi gibi, toplumun üstünde bir aygıta dönüşmüştür. Artık dilimize de yerleşmiş olan devlet ve toplum, devlet ve millet, devlet ve vatandaş şeklindeki kullanımlarında gösterdiği gibi, neredeyse devlet diye ayrı ve özgün bir canlı varlık vardır ve toplumla, vatandaşlarıyla ilişkiler kurmakta, bu ilişkilerdeki sorunlar tartışılmaktadır.
Oysa devlet, özünde halkın örgütlü halinden başka bir şey değildir. Devletin doğuşu ve varoluşu, toplumların yerleşik hayata geçişiyle birlikte karmaşıklaşan insan ilişkilerinin düzenlenmesi, sorunların yaratılan bir kamu alanı düzeyinde kolayca çözülmesi ve toplumsal ihtiyaçların bir tür yetki devri yoluyla kamusal görevliler aracılığıyla giderilmesi amacı ve doğal gelişimi sürecinde gerçekleşmiştir. Yine devlet, özünde yerleşik olan ve üreten toplumun malıdır. Kelimenin tam manasıyla devlet bütün topluma ait ortak bir mülktür.

Zaman içinde istismar ve imtiyaz elde eden sınıfların egemen olma ve insanları kullaştırma çabasıyla, devlet bu asli amacı ve misyonundan uzaklaşarak, güç sahiplerinin güçsüzleri yönetmesi ve bu ilişkinin sürekliliğinin mekanı ve aracı haline dönüşmüştür.

İşte devletin sahibi olmak, devleti asli amacına geri döndürmek ve bir grup ya da sınıfın değil, tüm toplumun ortak ve eşit mülkü yapmaktır.
Devlet gücü, birey ve grupların vekaletle devrettiği toplumun gücüdür. Bu gücü topluma karşı kullanmak, egemen sınıfların, yani toplumu kendilerine hizmet eden sürüler olarak görenlerin icadıdır. Bu manada, toplumdan kopmuş ve yabancılaşmış, gücünü ve işleyişini topluma karşı veya toplum dışı özel-iç kurumsallıklar halinde kullanan bir aygıt devlet değil, özel bir güvenlik ve güç örgütüdür.

Devletin toplum tarafından temellükü, toplumun ve tek tek bireylerin güçlenmesi, kamusal bir ortaklık üzerinden paylaşması ve dayanışması demektir. Bu bağlamda, özgürlük, devletin efendisi olan bir toplum yaratır. Ve toplumun efendi olduğu bir devlet, bireylerin üzerinde tahakküm kurmak yerine bireyleri geliştirmek ve güçlendirmek misyonunu üstlenir. Kolektif güç ve imkanları, akıl organizasyonu ile topluma yeniden aktarır. Böyle bir devlet, artık millet demektir.

Özgürlük, bu nedenle ekmek – güvenlik – adalet ihtiyacının önünde ve bu ihtiyaçların giderilmesi mücadelesinin odağında olması gereken temel bir ilkedir.

Mülkün, dinin ve devletin “sahibi” olabilme mücadelesi, hem bir varoluş çabası hem de toplumsal gelişme ve ilerlemenin kritik eşiğidir. Dinin sahibi olmak, mülkün sahibi olmak ve devletin sahibi olmak; insanı yücelten, geliştiren ve kişilik kazandıran özgürleşme ilkesinin temelidir. İnsanın varolmasıdır. Bir değer,özne ve temel öge haline gelmesidir.

Kaynak: Teolojinin Jeopolitiği-Allah-Vatan-Özgürlük, Ahmet Özcan-(Bakış yay. İst. 2005)

Leave a Reply