“Yeni Sınıf”*

 

 

‘Sayın Lordum, bunca serveti, uşakları, malikaneleri, koşumlu

arabaları elde etmek için doğum sancısı dışında hangi

acıları çektin acaba?!’

Bertrant Russell

 

 

Bay Milovan Djilas,

 

Ülkemizin güzide köylerinden birinde, fi tarihinde köy ihtiyar heyetinden bir üye ölmüş. Onun yerine köyün orta halli sakinlerinden bir hacı amca, ihtiyar heyetine seçilmiş.

Tabi ömründe ilk defa böyle bir görev alan hacı amcamız, ertesi gün komşularına bir ziyafet vermiş. Önemli birine komşu olduklarını düşünen köylüler, çeşitli hediyelerle davete icabet etmiş. Yeme içme faslından sonra kahveler içilirken, hacı amcamız şöyle bir doğrulmuş. Onun, günün önem ve anlamına dair bir şeyler söyleyeceğini anlayan komşuları da toparlanıp pür dikkat dinlemeye başlamışlar. Kısa bir sessizlikten sonra, hacı amcamız lafa girmiş, “şu kurban olduğum Allah’ın işine bakın, daha dün sabah bende sizin gibi aciz bir kul idim..”

Henüz bizim gibi aciz bir kul olan onbinlerce kişi, 4-5 yılda bir yapılacak olan genel ve yerel seçimler için aday adayı oluyor. Bunların birkaç bini, seçim sonunda aramızdan yükselip, “önemli adamlar” haline geliyor. Demokrasi tarihimizin rekor adaylık başvuruları ile tarihe geçen son seçimler, ihtiyar heyeti üyelerinden belediye başkanlarına kadar bütün yerel yöneticileri seçmemizi-yenilememizi sağlıyor. Yeni Hacı Amca’larımız oluyor.

Bay Djilas, lafa güncel bir seçim örneği ile girmemin sebebini merak ettiğini biliyorum; 1950’li yılların ortalarında yayımlanan ve 6 yıl hapis cezası almana yol açan ‘Yeni Sınıf ’ isimli kitabında anlattığın türden yeni bir sınıfın ülkemizde sahneye çıkışını yaşıyoruz. Seçimler belki doğrudan bu sınıfın yükselişini ifade etmiyor, ama yansıttığı toplumsal yükselme arzusu ve ihtiras, yeni bir şeylerle yüz yüze olduğumuzun işaretlerini veriyor. Bu nedenle, komünist rejimler içinde sahneye çıkan bürokratik parti elitleri anlamında yeni sınıfı anlattığın kitabından mülhem, bu yeni gelişmeye dair bir şeyler söyleme ihtiyacı duydum.

Önce senin ‘yeni Sınıf ’ından bahsedelim; Yugoslavya’nın II. dünya savaşında Nazi işgaline direnişi ve bu direnişin öncüleri olarak sosyalist kadroların işgal sonrası yeni rejimi sosyalizm olarak tayin ettikleri sürecin en önemli isimlerinden biri olduğunu biliyoruz. Savaş sonrası Stalin SSCB’sinin tek ülkede sosyalizm siyaseti gereği tüm Doğu Avrupa gibi ülkenizi de taciz etmesine ilk tepkiyi veriyor ve Tito’yu da etkileyerek, Yugoslavya’nın bağımsız bir sosyalizm deneyimine yönelmesine katkı sağlıyorsun. Fakat rejim oturdukça, SSCB’ye paralel bir gelişme seni rahatsız etmeye başlıyor. Eski rejimin egemen sınıf ları tasfiye edildikçe yerine, öğretideki gibi işçiler ya da halk geçmiyor. Giderek özgün ve imtiyazlı bir karakter kazanan parti kadroları, onların etrafında şekillenen bürokratlar, devrim adına ve devrim için, bütün iktidarı ellerinde toplamaya başlıyorlar. Bu gelişme, proloterya diktatörlüğü yerine parti diktatörlüğünü doğuruyor ve sen, bakanlık yapmana rağmen bu gidişe karşı çıkarak muhalif bir aydın olarak mücadeleye girişiyorsun. ‘Yeni Sınıf ’ işte bu partili bürokratik sınıfı ifade ediyor. Rejimin sahibi ve sosyalizmin militanları olarak meşruiyet kazanan bu kişiler, zaman içinde tipik bir imtiyazlı sınıfa dönüşüyor ve senin o yıllarda öngördüğün üzere, totaliter ve halka yabancı bu düzen daha fazla yürüyemeden, 1990’lı yılların başında çöküyor. Devrimlerin kaderimidir bu, bilemiyorum ama, aynı süreci bugün İran yaşıyor ve orada da, İslam, devrim ve devleti tekelleştirerek kendine yazan bir sınıfın, her üçünü de yıpratan totaliter düzeninin ne zaman ve nasıl çökeceğine dair fal tutuyoruz.

Konumuz devrim ya da köklü elit dönüşümü değil elbet. Bu tarz köklü sarsıntılar olmadan, normal şartlar altında ve demokrasi içinde yüzen bir ülkeyiz ve bizim tabii ki farklı elit dönüşüm süreçlerimiz var. Ancak temel karakteristiklerde benzeşimler ve özellikle yeni sınıf özelliği kazanma sürecinde ciddi özdeşliklerimiz var.

Bugün meclis çoğunluğunu oluşturan bir siyasal parti şahsında yükselen, ancak aslında onu aşan bir muhteva ve çapa sahip yeni bir toplumsal sınıf la karşı karşıyayız. Sınıf kavramını bilerek kullandığımı belirtmeliyim. Marksist manada ya da sosyal bilimlerin kriterleriyle değil, Bay Milovan Djilas, tam da sizin kullandığınız manada bir sınıftan bahsediyorum. Aslında bir zümre, ya da tabaka olan, ama temsil ettiğini iddia ettiği daha geniş yığınlar adına davrandığı ve desteği de onlardan aldığı için, kendi çapının ve üretim sürecindeki yerinin çok ötesinde bir toplumsal varlığı olan bu yeni kesimlere sınıf demekte bir sakınca yok sanırım.

Bizim ‘Yeni sınıf ’ı sana nasıl tarif edebilirim? Parayı ve onun gücünü keşfeden, en önemlisi paranın kaynağı olarak devlette mevzi tutmaya çalışan, kökü ve geleneği olmadığı için meşruiyetini toplumsal değerlerde, ideolojik kimliklerde ya da muhalif görünümde arayan, bunu sağladığı andan itibaren de itirafçı olan ve bu kez küresel düzeyde aynı meşruiyet edinme çevrimini çalıştıran bir toplumsal tabakadan bahsediyoruz…

Kişiler, gruplar yada çeteler halinde var olan bu sınıf, bir tarafta etnik, bölgesel ya da feodal akrabalık ilişkileri ile iç dinamizmini sağlayan tufeyli unsurlar, öte tarafta mutlaka devletlü irtibatlarıyla cesaret ve imtiyaz edinen mafyöz unsurlar şeklinde iki ana fraksiyona sahip. İnşaat, turizm, taşımacılık, emlak ve arsa spekülatörlüğü, imtiyazlı iç ve dış ticaret, borsa ve döviz işleri gibi sektörlerde yoğunlaşan bu sınıf için kazanmanın tek sihirli sermayesi, ilişki, irtibat, bağlantı sahibi olmaktır.

Henüz yeni palazlandığı için ülke ekonomisini, moda deyimle makro dengeleri tayin edecek bir güce sahip değil, ama toplumsal bağları, dağınık ve çeşitli irtibat ağı içinde oluşu ve ihtirasının verdiği atılganlığı ile hızla gelişen, güçlenen, etkinlik kazanan bir sınıf bu. Meclis çoğunluğunu elinde tutan partide yoğunlaşsa da, bir önceki dönemin ANAP, DSP ve MHP’si ile palazlananlar, ya da son bir iki yılın gelişmeleri sayesinde kuzey Irak aşiretleri ve judaik destekleri ile güdülenen güneydoğu kökenli unsurlar gibi çok farklı ideolojik-etnik motivasyonlara sahip şimdilik göze batmayan kesimleri de var. Yani yeni sınıf, büyük sermaye çevreleri gibi bir çırpıda tanımlanabilecek ya da en azından ortak karakter ve örgütleri olan bir sınıf olmaktan henüz çok uzak. Bu nedenle bu sınıfı tanımlamak için ortak özelliklerini tek tek sıralamak zorundayız.

Belki kolaylık olsun diye, daha elverişli bir kavram bulunana kadar bu sınıfa ‘lümpen burjuvazi’ diyebiliriz. Lümpen, meslek sahibi olmayan aylak ve tufeyli manasında, burjuva ise, sadece parayatapar manasında ele alınabilir. Tabii ki soy burjuva, hatta sadece burjuva kavramı bu sınıfı ifade etmez.

Ama onlara son derece tutkulu bir öykünme içinde oldukları için, kullanabiliriz. Lümpen ise aslında asalaklıktır ve lümpen burjuvazi kavramında ana özellik lümpenliktir. Bu durumda, iştigal ettiği hiçbir işi aslında meslek edinmemiş olan ve de hakkını vermeyen bu kesimlerin zenginleşme mücadelesini, lümpen burjuva deyimi geçici olarak ifade edebilir.

Bay Djilas, senin ülkenin bugünkü adı olan Sırbistan’da, diğer eski Doğu Bloku ülkelerinde veya Rusya’da, çöküşten sonra bizim yeni sınıfa benzer yeni toplumsal tabakalar peydah olduğunu biliyoruz. Daha doğrusu, senin 1950’lerde betimlediğin komünist parti şef lerinden oluşan yeni sınıf, yaşanan kapitalizme geçiş sürecinin de yeni sınıfı durumunda şimdi.

Aslında tüm dünyayı saran para şehveti ve düzeninin zorunlu sonucudur bu. Kapitalizmin küresel zaferinin ifadesi. ‘Altını olan kuralı koyar, kuralı koyan altını alır’. Bu Amerikan atasözünün her ülkede illaki saklı bir karşılığı var ve küreselleşme dalgası işte bu saklı ya da bastırılmış karşılıkları kışkırtarak açığa çıkartan bir işlevde görüyor. Bizde mesela ‘parayı veren düdüğü çalar’ diye bir atasözü var. Esasen hicvetmek için söylenmiş bu atasözümüz, şimdi neredeyse anayasanın başlangıç ilkesi kadar tayin edici bir temel yasa haline gelmek üzere..

Yeni sınıfı daha anlaşılır, ele gelir halde tanımlamak ve analiz etmek için ek bilgilere de ihtiyacımız var. Bilindiği gibi Osmanlı toplumsal tabakalaşması, ekonomi- politik olmaktan çok salt politikti. Yani toplumsal sınıflar, üretim süreçlerindeki rolleri ile değil, devletin tayin ettiği görevlerle şekilleniyordu. Devletlü sınıflar (askerler, din adamları, kalemiyye..) ile köylüler, devlet mekanizmasının iş bölümü içinde yer alan hiyerarşik bir tabakalaşmanın unsurlarıydı. Osmanlı’nın son döneminde bozulan toprak düzeni, ayan ve eşraf denilen yarı feodal zümreleri, Tanzimat reformları ise gayrı müslim tüccar-zadegan kesimleri güçlendirmişti. Yine de tayin edici merkez devlet olduğu için, İmparatorluktan Cumhuriyete geçerken dahi temel iki sınıf, bürokrasi ile köylülerdi. İttihat Terakki Cemiyeti’nin, 1913 kongresinde programına aldığı ‘milli burjuva’ yaratma hedefi, Cumhuriyet döneminde de sürdü. İzmir iktisat kongresinde, devlet yatırımları yanında özel sektör ve girişimin geliştirilmesi kararı alınmıştı. Bugünkü büyük sermaye çevreleri, işte bu yüz yıllık hedefin çarpıtılmış ürünüdür. Devlet kararıyla gelişen ve devlet imtiyazlarıyla var olan bu sınıf, aslında batılı manada bir burjuvazi sınıfı olarak değil, bize özgü politik iş bölümünün yeni bir parçası olarak ekonomik bürokrasinin sivil ayağı şeklinde gelişmişti. Yani, devlet-ve tabii Tanzimat’tan beri devletin ana unsurları arasına giren düveli muazzama elçileri ve himayelerindeki unsurlarla beraber ‘devlet’- kamu ya da özel sektör şeklinde iki farklı kanal üzerinden ekonomiyi reorganize etmişti.

Cumhuriyet öncesi Ermeni tehciri, Cumhuriyet sonrası mübadele, demokrasi dönemi öncesindeki varlık vergisi ve demokrasi dönemindeki 6-7 eylül olayları gibi dönemeçler boyunca ekonomi, gayrı müslim unsurların elinden alınarak yerlileştirildi. (Tüm bu dönemeçlerin sabatayistler eliyle yürütüldüğünü ve sonrasında Hıristiyanlardan boşalan tüm mal ve makamlara onların el koyduğunu, dolayısıyla bir yerlileşmenin söz konusu olmadığını ileri sürenler olsa da, bu ayrı bir tartışma konusu.) 1960-1980 arası, yerli burjuvazinin olgunlaşma dönemi, 1980 sonrası ise dışa açılma ve entegrasyon dönemi olarak değerlendirilebilir. 1990’lar, KOBİ, Anadolu aslanları ve yeşil sermaye olarak nitelenen, orta büyüklükte bir sermayenin kendini göstermeye başladığı yıllar olarak geçti. Tüm bu 80 yıllık birikim, ekonomik kriterler yada teknoloji üretimi, kullanımı, üretim araçlarının gelişkinliği, örgütlenme, sınıf kültürü ve politik rol gibi ölçüler açısından bakıldığında, küresel bir Amerikan firması çapına ancak ulaşabilecek düzeydeydi. Bu durum, komşu ülkelere ya da yoksul ülkelere kıyasla kalkınmada alınan mesafe önemli boyutta olsa da, küresel sisteme entegrasyon ve bağımlılık açısından yapısal karakteri ile Türkiye ekonomisinin, hedeflenen bağımsız ve milli ekonomiden giderek uzaklaşmasının göstergesiydi. Nitekim bu çarpılmış burjuvazinin güçlenmesine paralel olarak, politik çarkta eskiye rücu etmiş , yani ‘Tanzimat devleti’ yeniden tesis edilmiş ve ekonomi, Türkiye’yi hizada tutmanın, hizaya sokmanın araçlarından biri haline gelmişti. Büyük burjuvazi, işte bu misyonuyla, hem devletin yüksek bürokrasisinin bir parçası, hem de küresel sistemin yerli denetim ayaklarından biri durumunda.

Yeni sınıf, işte bu büyük burjuvaziye ve temsil ettiği her şeye (batıya, kapitalizme, Kemalizme) tepki duyan Anadolu’nun rüzgârı ile palazlandı. Ancak, güçlendikçe bu rüzgâra karşı, tepki duyduğu odakların paratoneri olma misyonunun daha avantajlı olduğunu sezdi. Aslında bu toplumsal dalganın çarpıtılarak ifade edildiği politik akımların bir kez daha çarpıtılmış ifadesi de denebilir. İlk çarpıtma, batıya direnmenin politik bir kısırlığa mahkûm edilişiydi, ikinci çarpıtma ise batıcı egemen sınıfa direnmenin ekonomik bir yozlaşmaya mahkûm edilmesi şeklinde gelişti. Politik kısırlığı, 1980’lere kadar sağcı muhafazakarlık, milliyetçilik ve Milli Görüş’cülük, 1990’larda ise esas olarak Milli Görüş’çülük ve daha az olarak milliyetçi hareket temsil etti. Bugün hem politik hem de ekonomik düzeydeki çarpılma ve yozlaşma, yoğunlaşmış haliyle ‘yükselen’ bir partide temsil ediliyor. Ancak CHP, MHP, ve diğer küçük partiler, bir birine çok uzak görünseler de, bahsi geçen yeni sınıfın yedek yuvaları olarak kapılarını açık tutmaktalar.

 Politik ve ekonomik çarpılmanın, yani milletin değer, talep ve dinamizminin paranteze alınarak başka ve daha çaplı dönüşümlerin malzemesi yapılmasının en başarılı modeli, 1980’li yılların ANAP’ıydı. ANAP, bu misyonunu bahsi geçen partilere devrederek sahneden çekildi. Sonuçta, yeni sınıf, Özal ANAP’ının ürünüdür. Büyük burjuvaziye karşı tepkinin politik kullanımı, ekonomik bir sınıfın gelişmesine kapı açmış, bu sınıf geliştikçe kendi politik karakterini kazanmaya başlamıştır.

Şimdi işte buradayız ve yeni sınıf, sahneye daha yeni çıktığı için, bugünden çok geleceği ilgilendiren bir öneme haizdir. O halde, yeni sınıf üzerinden Türkiye’nin geleceğini konuşuyoruz demektir.

Bay Djilas, sizin yeni sınıf dediğiniz zümrenin yükseliş süreci ve karakteristik özelliklerini genişçe anlatıyorsunuz. Ancak yeni sınıf, yükselmek için ve yükseldikten sonra yerini korumak için daima proletaryaya, aşağıdakilere muhtaçtı. Onları temsil ediyor, onlardan destek alıyordu, diyorsunuz. Zira yeni sınıf her şeyden önce devlet kapitalizmini, yani hızlı kamusal sanayileşme politikasının yürütülmesi ‘iş’ini yapıyordu ve bunun için işçi sınıfının desteği gerekiyordu. Öte yandan, bu sanayileşme süreci iş ve aş demek olduğundan, işçi sınıfı da bu yeni sınıfa destek veriyor, onların giderek artan imtiyazlı davranışlarına da göz yumuyordu. Sonuçta, belki tüm toplumun katıldığı bir komünistçilik oyunu oynanıyor ve herkes kendi anlık çıkarları uğruna yaşadıkları maddi ve manevi çarpılmaları göz ardı ediyorlardı.

İlginçtir, bizim yeni sınıfta benzer nedenlerle aynı toplumsal desteğe sahip, aynı karşılıklı zımni destekler, göz ardı etme ve göz yummalar söz konusu. Toplumla bağların bu clientelist kullanımı konusunda yeni sınıf ’ımız son derece başarılı bir grafiğe sahip. Üstelik fazlası da var; bizim yeni sınıf, eski ve köklü büyük burjuvazi, asker sivil bürokrasi ve dış dinamiklerin bir kısmının desteğine de sahip artık. Bu noktada kuşku devreye giriyor. Kuşku, bilimsel bir ebe ise, kuşkulanmak durumundayız. Bu çok yönlü destek, bir Rousseu’vari sosyal mutabakatı ya da milli bir entegrasyon projesini ifade etmiyorsa, ki etmiyor, o halde bu kadar enişte yeni sınıfı niye öpmektedir? Bazı şaşı ekonomistler, yeni sınıfı büyük burjuvaziye karşı alternatif sınıf olarak, bazı şaşı sosyal bilimcilerde yeni sınıfı merkeze, seçkinlere karşı çevrenin yükselişi olarak yorumluyorlar ki haklı olabilecekleri veriler yok değil. Ancak, karşıt olarak çizilen odakların zımni desteği, kuşkumuzu kışkırtmaya devam etmektedir. Bu desteğin altında, yeni sınıfa çizilmiş sınırlar ve tayin edilmiş bir misyon olduğu, bu nedenle de kontrollü bir palazlan(dır)manın söz konusu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Türkiye’nin geleceğini konuşuyoruz demiştik. Yeni sınıf üzerinden bir gelecek dizaynı yapılıyor olabilir mi? Para ve yükselme hırsı, güdülenmiş arzular, örgütlenen ihtiraslar, ölçü, kriter, kıstas dinlemeyen bir iştah..Önümüzdeki 50, hatta yüz yıllık sürecin taşlarını döşeme riskini almak istemeyen, ya da topluma yabancı doğası gereği bu işlevi yerine getirmesi zor görünen büyük sermaye çevreleri yerine, henüz kaybedecek bir şeyi olmayan, kazanma ihtimal ve imkanları önüne serilmiş, toplumsal bağları ve desteği olan ama sahip olduğu her şey basit birkaç müdahale ile ilerde elinden alınabilecek sektörlerde yoğunlaşmış bu yeni sınıfı bir ihtiras tramvayına doldurup yola çıkarmak, dış ve iç dinamiğin uzlaştığı bir proje gibi görünüyor. Tramvay menzile varınca bu sınıftan geriye ne kalabilir ki?

Eski doğu bloku ülkelerinde, hiç değilse sanayileşme işlevi yerine getirildi ve bugün en azından altyapı ve teknoloji üretimi konusunda elde bir şeyler kaldı. Peki, bizim yeni sınıf? Bir büro, bürosunda şık sekreterler, elinde son model cep telefonu, telefon defterinde hatırlı suç ortakları, biraz nakit, biraz gayrı menkul..başka.. Geriye ne bırakabilir? Bu sınıftan geriye, ahlak, fikir, iman, Anadolu, millet, dostluk, dava adına ne varsa çiğnemiş olmanın, ihanet etmenin, inkar etmenin, bozmanın ve çürütmenin bin bir çeşit metodu kalır.

Bu sınıf, küresel sistemin ve içerdeki uzantısı olan egemen sınıfların truva atıdır. Kendilerinin yapamadıklarını ya da kendi adlarına yapmak istemedikleri her şeyi bu sınıfa ihale etmişlerdir. Türkiye ekonomisi, yeni sınıfın ihtirası sayesinde altyapıya kavuşamayacaktır. Türkiye siyaseti, yeni sınıf sayesinde iyice dışa bağımlı hale gelecektir. Türkiye bürokrasisi, yeni sınıfa bakarak pozisyon alacak ve devletle millet arasındaki iki yüz yıllık kedi fare oyunu, tavşana kaç tazıya tut oyunu, havuç ve sopa oyunu, parçala ve yönet oyunu yüz yıl daha sergilenebilecektir. Yeni sınıf, yani ağzından para, iş, ihale, mal, mülk, makam, mevki, çıkar, menfaat, kazanmak, başarmak, daha iyi yaşamak, yeni ev, araba, eş almak düşmeyenlerin uğultusu, sadece solculuğun, ülkücülüğün, islamcılığın, kemalizmin düşmanı değildir, sadece ahlakın, edebin, haddini bilmenin, onurun, haysiyetin düşmanı değildir, sadece temsil ettiklerini iddia ettikleri ‘aşağıdakilerin’ düşmanı değildir, yeni sınıf, Türkiye’nin düşmanıdır, İslam dünyasının düşmanıdır, tüm ezilen dünyanın düşmanıdır.. Ağızları hemen egemenlerin ağzına uyum sağlamıştır. Dilleri çabukça zalimlerin, sömürgenlerin, faşist liberallerin diline öykünmeye başlamıştır. Henüz güç olmadan gücün diliyle konuşmaya başlamışlardır. Kibir, küstahlık, yüksekten bakma, mustağnilik.. ne de kolayca beden dilleri oluvermiştir.

Bay Djilas, eğer ülkemizde bir ‘devlet’ olsaydı, yani gerçek bir milli devlet; bu yeni sınıfın, toplumsal mobiliteyi gösteren cesaret ve ataklığını pozitif kanallara sevk ederek bütün toplumun faydasına dönüşecek tarzda palazlanmasını sağlamaya çalışırdı. O durumda biz bu yeni sınıfı kalıcı ve derin bir tehlike olarak görmez, en azından nasıl kamusal fayda yaratabileceği üzerine kafa yorardık. Heyhat ki, devletin bu müdahalesi bir yana, hem eski hem de yeni sınıf la suç ortağı olup olmadığı bile merak konusu!

Bay Djilas, tüccar siyasetçiler “paranın dini imanı olmaz” derler. El hak kendi başına doğrudur. Ama bence devamı var; Dini imanı olmayan bu paraya sahip olanlar, dini imanı olanlara tabi olmalıdır. Dini imanı, vatanı milleti, ahlakı namusu olanlar, bunları kaybetmiş olanları yönetmeli, denetim altına almalı, onları yöneten değil, yönetilen kılmalıdır. Sermaye ve para temelli tüm sosyal ve siyasi teorileri tekrar gözden geçirilmeli, sermaye ve parayı yönetecek bir üst aklın politiği geliştirilmelidir. Atalarımız, devleti bunun için kullanmışlar, zadeganın devletin üstünde bir devlet olmaması için tedbirler almışlar. Bugünde benzer bir devlet teorisi gerekiyor.

Yeni sınıfa karşı, dini imanı olanlar, bu ülkeye, tarihe, millete, vatana aidiyetini koruyanlar, insanlık ve erdem kaygısı olanların örgütleyeceği başka bir sınıf karşı durabilir. İçinde Ahi geleneğine bağlı helal kazanan tüccarların, tüyü bitmemiş yetimin hakkını gözeten iş adamlarının, emeği, alın teri, yeteneği ile kazanan girişimcilerin, servetini toplumsal bir katma değer üretmek için harcayanların, ulvi bir davası olan burjuvaların da yer alacağı organik bir sınıf..50-100 değil, bin yıl sökülüp atılamayacak, kullanılamayacak, çürütülemeyecek, yozlaştırılamayacak bir sınıf. Milletin çekirdeği olacak bir orta sınıf.

Meşrutiyetten beri Milli burjuvazi yaratma hedefi sürüyor. Yeni sınıf, işte bu milli burjuvazi ise şimdi yeni sorunlarımız var demektir. Yeni sınıf, turko-judaik, anglofil merkezli sahte çatışmalarla değil, milletin vicdanı ve saklı dinamikleriyle yenilebilir ancak. Türkiye, bu yeni sınıfı yenemezse ve de onun ihtiraslarına teslim olursa, on yıla kalmaz, doğduğumuz şehirlere pasaportla gider oluruz. Bizim dedelerimiz, hatta Cumhuriyeti kuran kadroların çoğu bunu yaşamıştı.

Bay Djilas, senin doğduğun, büyüdüğün topraklarda yeni sınıfın ihtirasları geçtiğimiz on yıl boyunca aynen bu akıbeti gerçekleştirdi. Yaşasaydın, sende doğduğun yerlere pasaportla gidecektin. Biz, kendimiz için, böyle bir akıbete bu defa müsaade etmeyeceğiz. İşte bunun için, yeni sınıfa karşı orta sınıf, ihtirasa karşı idealizm, tüccar siyasete karşı vatan ve özgürlük, diyoruz.

Hoşça kal.

 

* Yeni Sınıf, Milovan Djilas, istanbul kitabevi, 1982.

Leave a Reply