Kavram Tashihi-III: Şeriat/Fıkıh/ İslam Hukuku

 

Şeriat, İslam dini ile özdeşleşmiş bir kavramdır. Kelime kökeni şar, şer’a, yasa, kanun, kural, yol demektir ve Kuran ve sünnetin emir ve yasaklarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Zaman içerisinde daha çok İslam hukuku manasında kullanılmıştır ve Fıkıh ilminin temel konusudur. İslam ilimleri tarihinde fıkıh ilmine tekabül etmektedir. İslam Hukuku’nun kaynakları Edille-i Şeriyye dediğimiz Kitap, Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha’dır. Fıkıh, ibadet,muamelat ve ceza hukuku gibi hayatın detaylarına dair Kuran ve Sünnet hükümlerinin kıyas, icma,  gibi usullerle içtihat ya da fetvalar yoluyla pratik sorunları çözen kurallar bütünüdür. Bu anlamda şeriat, İslam hukuku manasına gelmektedir. Genel kabul gören dört mezhep olan Hanefi, Şafi, Hanbeli ve maliki yorumlarıyla Şeri kurallar, Müslüman toplumların bireysel ve toplumsal yaşamını düzenler.

Tarım çağlarında yerleşik toplumlar, din adamlarının içtihatları ve yönetiminde bir hukuk düzenine sahipti. Museviler hahamları, Hristiyanlar kiliseleri ve papazları, Müslümanlar hoca, kadı, alim ve şeyhülislamları vasıtasıyla hem dinlerine dair sorularına cevap arar hem de gündelik hayatlarını inançlarına uygun düzenlemek için bu mercilere başvururdu. Tarım çağlarının sosyal yaşamı, dini hukuk etrafında şekillenirdi. Göçebe topluluklar ise töre/örf/gelenek denilen atalarından miras aldıkları kurallarla hayatını düzenlerdi.

Dinin en detaylı ve katı kurallarla hayatı düzenlemesinin ilk örneği Yahudiliktir. Yahudi şeriatı, Yahudi toplumunun belki de azınlıklar halinde yaşadığı için, tarih boyunca her toplumda kimliğini koruması ve gelecek kuşaklara aktarması için oldukça detaylı kurallar manzumesinden oluşmaktadır.  Hristiyanlık, Yahudiliğe tepki ve eski pagan dinlerin etkisiyle, bu tarz bir şeriata sahip değildir. Ama yine de Hristiyan ilkeleri, kalıplaşmış kurallara sahip olmasa da, kiliseler vasıtasıyla pratik hayatı düzenleyici bir işleve sahiptir.

İslam şeriatı, bu yönüyle Yahudi şeriatına benzer. Yani hayatın bütün detaylarını düzenleyen ve Kuran ve Hz. Peygamberin hayatı ve sözlerinin referans alındığı kurallar ve ilkeler, Müslümanların uymak zorunda olduğu bir yaşam tarzı üretmiştir. Mezhep denilen fıkıh ekolleri, usul ve detaylara dair farklılıklar içerse de esas meselelerde ortak bir hukuk normu vardır. Mezheplerin yorum farklılıkları, biraz da İslam toplumlarının siyaset, kültür ve coğrafya farklılıklarına tekabül eder.

İslam fıkhının kuralları, yani Kuran ve sünnetten neşet etmiş olan fetva ve yorumlar, zaman içerisinde geniş bir yaşam külliyatı ve kılavuzu haline gelmiştir. Bu yönüyle Yahudi şeriatından daha kapsamlı ve daha farklı bir hukuk ortaya çıkmıştır. Şeriat, bu anlamda İslamla özdeşleşmiş bir kavramdır. Müslüman bireylerin temizlik, ibadet, evlilik, boşanma, ticaret, miras, zekat gibi bir çok alanda uyması gereken kuralların yanında, devlet yönetimi, savaş, barış, gayrı Müslimlerle ilişkiler, yargı hükümleri, cezalar, kamu düzeni gibi toplumsal konularda da şeriata uygun kararlar alınması ve uyulması zorunludur. Devletler, yani halife, sultan, kral veya valiler, hem şeriata uymak hem de uygulamak zorundadır. İslam medeniyetinin tarih boyunca farklı coğrafyalarda ve farklı koşullarda ortak bir yaşam tarzı ve kültür oluşturmasının temeli, işte bu şeriat kurallarıdır. Bugün bir İslam kültürü veya Müslüman kimliğinden bahsediliyorsa, bunun gerisinde 1400 yıllık İslam şeriatının özenle korunmuş olması yatmaktadır.

Şeriat kuralları, özünde Müslümanca yaşamanın helal-haram, günah-sevap ve iyi-kötü ayrımları etrafında bir yaşam organize eder. Yani kanunlar veya gelenekler, şeriatın bu kategorilerine göre elenir ve şekillenir. Devletler, dinen haram olan bir şeyi yasal hale getiremez. Ya da helal olan, farz olan bir şeyi yasaklayamaz. Bu anlamda şeriat, yani her şeyin bir kanun, kural, prensip çerçevesinde belirlendiği, yani keyfi, kaotik, zorba veya başıboş olunmayan ve ilahi kökenli yasaların egemen olduğu ilkesel bir hukuk düzeni, Müslüman toplumların temelidir. Şeriata nisbetle türetilmiş olan Meşruiyet kavramı, yani bir şeyin doğru, yasal, onaylanabilir, benimsenebilir olması şeriata uygun olması demektir. Müslüman toplumlarda her şeyin ölçüsü, şeriattır ve devlet yönetimleri dahil, meşruiyetlerini şeriata uygunlukları belirler. Gayrı meşru olan ise, şeriata aykırı olandır. Bu manada, evlilik dışı ilişkiden, zalim bir iktidara, faizli alışverişten, istifçilik veya karaborsaya kadar hayatın her alanında şeriatın yasakladığı her şey, gayrı meşru olarak tanımlanır. Bu hem dini ölçü ve sınırı hem de sosyal-ekonomik-siyasi düzeni ifade eder. Şeri kurallar, mezheplerin yüzlerce yıllık usul ve esasları ve bunlara dayanarak verilmiş fetvalar koleksiyonu yanında güncel içtihatlarında eklenmesiyle oluşmuştur.

20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı devletinde toplumsal yaşam, Hanefi mezhebine dayalı şeri kanunlar yoluyla düzenlenmekteydi. Emevi, Abbasi, Selçuklu,Endülüs, Osmanlı klasik devirleri boyunca farklı mezheplerin kuralları kadılar ve ulema eliyle uygulanmaktaydı. Medreseler, şeriat kurallarını uygulayacak kişilerin yetiştiği okullardı. Fıkıh ilmi, bir uzmanlık alanıydı ve hem fetva makamı hem de cezaların uygulandığı mahkemeler, bu şeri kurumlardı.  Devlet yönetiminde ise sultanlar şeyhülislam makamı ile istişare içinde karar almak zorundaydı. Çünkü meşruiyetin kaynağı şeriattı.

Osmanlının Tanzimat döneminde Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığındaki bir heyet tarafından hazırlanan ve batılı kanunlar ve usüllerin de kullanıldığı Mecelle isimli kanun külliyatı, son dönem Osmanlı hukuku olarak uygulanmaktaydı. Mecelle esasen şeri kuralların modern usullerle meczedildiği bir hukuk usulüydü ve kadılar hükümlerini bu usullere göre verirdi. Konuyla ilgili özet bilgi verecek olursak;

”Osmanlı Devleti’nde Mecelle hazırlanmadan evvel kadılar, fıkıh ve fetva kitaplarına bakarak ve her meseleyi müstakil olarak inceleyip ona göre hüküm verirlerdi. Zaman içinde çoğalan bu hükümler, mevzu bakımından tasnif edilmiş ve benzer meseleleri ortak hükümler altında birleştiren küllî kaideler (umumi prensipler) tespit edilmiştir. İslâm Hukuku’nda fıkıh kitapları bir nevi kanun manasına geldiğinden, ayrıca kanun ismiyle metinler hazırlayıp ilan etmeye lüzum görülmemiştir.

Çoklu hukuk sistemi, Devlet-i Aliyye’nin güçlü olduğu devirlerde herhangi bir sorun teşkil etmezken, Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile kemâle eren Batılılaşma hareketi neticesinde Osmanlı Devleti bu dönemde askeri, idari ve hukuki alanlarda yeniliklere gitmek zorunda kalmıştır. Tanzimat Dönemi idarecileri, devletin geleneksel askeri ve idari teşkilatı gibi, adliye teşkilatının da değişimin ortaya çıkardığı yeni sorunları çözmede yetersiz kaldığı görüşündeydi. Bu anlayışa bağlı olarak, devletin adliye yapısı da değiştirildi. Adliye teşkilatında tek hâkimle çalışan Şer’iyye Mahkemeleri’nin yanında, genellikle çok hâkimle çalışan, Batı tarzı Nizamiye Mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemelerin hâkimleri, verecekleri hükümlerde hukuk bilgileri kâfi gelmediği için eski fıkıh kitaplarını taramakta veya çoğu zaman müftülere müracaat etmekteydiler. Bu sebeple muntazam ve kolay anlaşılır bir hukuk metni ihtiyacı doğmuştur.

Medeni kanuna duyulan ihtiyacın ortaya çıkmasında rol oynayan bir diğer sebep ise, Avrupa ile olan ticari münasebetlerin artmasıdır. Şer’iyye Mahkemeleri’nde müslüman Osmanlı tebaasına karşı, müslüman olmayan Osmanlı tebaasının (zimminin), zimmiye karşı da yabancı devlet vatandaşının (müstemenin) şahitliği kabul edilmemekteydi. Ticaret Mahkemeleri çıkan uyuşmazlıkları çözmekte yetersiz kalırken, zimmiler ve yabancılar Şer’iyye Mahkemeleri’ne gitmek istememekteydiler. Ayrıca siyasi değişiklikleri takip eden sosyo-ekonomik değişiklikler de, mahkemelerin önüne, çözüm bekleyen yeni meselelerin gitmesine sebep olmaktaydı. Örneğin; eski fıkıh alimlerine göre satın alınacak evin bir odasını görmek yeterliydi. Evlerin her odasının aynı yapıldığının kabulü, evin tüm odalarının alıcı tarafından görülmesi gerekliliğini ortadan kaldırmaktaydı. Ancak sonradan evlerin odaları farklı yapılmaya başlandığında, evin her odasının görülmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır.

Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye’nin, tam bir medeni kanun olduğu söylenemez. Çünkü, içinde Aile ve Miras hukukuna ilişkin hükümleri barındırmamaktadır. İçinde Borçlar, Eşya ve Usul hukukuna ait hükümler mevcuttur; hükümlerinin çoğu Borçlar hukukuna ilişkin, daha az bir kısmı da Eşya ve Usul hukukuna aittir. Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye’nin sistemine bakıldığında, söz konusu kanunun kitaplardan oluştuğu görülür. Her kitap ile alâkalı ıstılahlar (tabirler) o kitabın mukaddimesi (girişi) olarak verilmiş; sonra bu kitaplar, mevzuları içerisindeki farklılıklara göre bâblara, bâblar da fasıllara ayrılmıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse, Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye’nin bir girişi, 16 kitabı, 1851 maddesi vardır. Mecelle’nin kitapları muhtelif târihlerde, ayrı ayrı neşredilerek yürürlüğe konmuştur. Mukaddime ile bey’ ve şirâ (alış-veriş) mevzuunu ihtiva eden ilk kitabı 1869’da, on altıncı ve sonuncusu olan kazâ kitabı da 1876’da neşredilmiştir.” (Mustafa Öztürk, beyaztarih.com)

Osmanlının son şeriat kurallarını ifade eden Mecelle, Cumhuriyet rejimi ile birlikte yürülükten kaldırılmış ve yerine adı adım batıdan alınan kanunlara bırakmıştır. Bugün bir çok İslam ülkesinde farklı mezheplerin şeri kuralları halen uygulanmaktadır.

20. yüzyıl boyunca gelişen batılılaşma ve modernleşme dalgası, dinleri hayatın dışına itme ve yeni geliştirilen laik-seküler-din dışı kuralları yerine ikame etme çabasını tüm dünyaya dayatmıştır. Çünkü tarım  toplumundan sanayi toplumuna geçiş sürecinde yeni siyasi, ekonomik ve sosyal bir düzen ortaya çıkmıştır ve eski tarım çağlarına ait olan din kuralları bu yeni düzene engel olmaktadır. Avrupa’da kiliselerin krallar ve aristokrasiyle eşgüdüm halinde düzenlediği sosyal-ekonomik yaşamın tamamen değiştiği, şehirler-fabrikalar temelli yeni bir yaşamın inşa edildiği süreçte, bilim, felsefe, akıl temelli yeni kurallar, değerler ve fikirler ortaya çıkmış ve eski olan her şeyle çatışmaya başlamıştır. Batılıların aydınlanma dediği bu süreç, aslında avcı-toplayıcı göçebe yaşamdan yerleşik tarım hayatına geçiş döneminde olduğu gibi, insanlık çapında devasa bir değişim dönemidir. Bu süreçte eski düzenin hegemonik ekonomi politiğini temsil eden sınıfların tasfiyesi ve burjuva denilen yeni tip tüccar sınıfın sahneye çıkması söz konusudur ve aslında değişim, bu yeni sınıfın çıkarlarına ve kurduğu düzene denmektedir. Yeni teknolojiler, üretim ilişkileri, yeni alışkanlıklar, tabii ki yeni inanç ve kurallar getirmiştir. Köylüler şehirlere yığılmış ve işçi olmuş, tüccarlar fabrikalar kurarak girişimci iş adamına dönüşmüş, kadınlar ekonomik sürece dahil olmuş ve eğitim yaygınlaşarak yeni bilgilerle donanmış yeni bir toplum ortaya çıkartmıştır. 150-200 yıl boyunca Avrupa’yı kasıp kavuran iç savaşlar, sınıf savaşları, mezhep savaşları, devletler arası savaşlar, salgın hastalıklar, sosyal buhranlar, siyasi ayaklanmalar, iki bin yıllık Hristiyanlık dünyasını alt üst etmiş, pozitivizm, materyalizm, kapitalizm, liberalizm, komünizm, sosyalizm,  milliyetçilik ve anarşizm gibi modern ideolojik akımlar ortaya çıkmıştır. Bu süreç, Avrupa’dan dünyaya dalga dalga yayılmış, gerek sömürgecilik gerekse Avrupa’ya giden aydınlar vasıtasıyla bugün batılılaşma-modernleşme dediğimiz süreci başlatmıştır. Batı dışı dünya, tıpkı Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı gibi, batıdan gelen her fikir, akım, teknoloji karşısında aynı çelişkileri yaşamış, dinle bilim, modernlikle gelenek, eskiyle yeni, her düzeyde çatışmaya girmiştir. Rusya’dan Çin’e, Hindistan’dan Osmanlı’ya, Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar, bütün dünya iki yüzyıldır işte bu sürecin içindedir. Avrupa, 20. Yüzyılın başından itibaren Amerika kıtasını da dahil ederek, bir tür Hristiyan batılı beyaz adam uygarlığı halinde davranmıştır. Bugün batı, artık Avrupa artı yahudilik artı ABD’dir. Ekonomik ve askeri güçle birleşince batıya ait her şey batı dışı dünyanın özendiği, taklit ettiği, yetişmeye çalıştığı bir uygarlık düzeyi ve ölçüsü olmuştur.

Batıda yaşanan bu sürecin doğuya transferi, sosyalizm yoluyla gerçekleşmiştir. Özünde aynı sanayileşme, din dışı düşünce ve yeni sosyo-ekonomik düzeni ifade eden sosyalist model, Rusya ve Çin eliyle doğunun da batılılaşmasını sağlamıştır. Bugün dünyanın her yerinde batı değerleri ve yaşam tarzının rol modeli olmasında sosyalizmin payı, kapitalizmden fazladır.

İslam dünyası işte bu devasa ve evrensel değişimin karşısında ciddi bir kriz yaşamıştır. Batılılaşma çabaları, şekilci yenilenme adımları, sömürgecilik eşliğinde  dört bir koldan İslam dünyasını kuşatmıştır. Bir yandan yeni çağda ayakta kalmak için yenilenme zorunluluğu öte yandan ilk defa söylenen-yapılan-uygulanan felsefi-politik-ekonomik-kültürel ‘şey’lerle özünü koruyarak nasıl bir tavır alınacağına dair acemilik, son derece buhranlı bir sayfa açmıştır. Tarih boyunca göçebe istilaları, haçlı savaşları, fetihler ve iç iktidar savaşlarıyla yarı askeri tarım düzeni içerisinde yaşayan Müslüman toplumların, ilk defa ortaya çıkan tren, otomobil, elektrik, telefon, radyo gibi yeni aletler, okul hastane ilaç kitap ve benzeri sosyal yenilikler, meşrutiyet cumhuriyet demokrasi liberalizm sosyalizm pozitivizm gibi yeni fikirler karşısında şaşkınlık yaşaması normaldir. Gerçekten de hazırlıksız yakalanan İslam toplumları için bu süreç büyük bir yıkım ve çöküş getirmiştir. I. Dünya savaşı ile askeri tarım imparatorluklarının çökmesi, Osmanlının ve hilafetin de tarihe karışması, İslam dünyasını sahipsiz, yetim psikolojisine sokmuş ve batıyla süren bin yıllık savaş, artık batılılaşmayla süren bir aşk-nefret ilişkisine dönüşmüştür. Batı ise hem tüm dünyada sömürgeciliği bu yeni biçimiyle sürdürmeye yönelmiş hem de İslamla süren bin yıllık kavgasını her İslam toplumunda batı yanlısı zümreler eliyle artık bir iç-örtülü sömürgeleşme projesi halinde devam ettirme imkânı bulmuştur.

Müslüman dünyada buna tepkinin oluşması gecikmemiş ve gerek modern İslamcı akımlar gerekse geleneksel tarikat ve cemaatler eliyle yoğun bir anti batıcı mücadele başlamıştır. Ancak bu mücadele dahi batıdan ithal fikirler ve araçlarla yapılmaktadır ve bu şizofreni, İslam dünyasında hala devam etmektedir.

Bu sürecin sonucunda dinin önce devlet hayatında daha sonra ekonomik ve sosyal hayatta kenara itilmesi, ortaya çıkan yeni tip batıcı-aslında ‘yeni tip’ gayrı müslim-zümrelerin siyasi-askeri ve kültürel hegemonyası, din karşıtı fikirler ve geleneksel dini yaşamı boşlayan yeni yaşam tarzı, dindar muhafazakâr kitleleri endişeye sevk etmiştir. Din elden gidiyor duygusu,  bu iki yüz yıllık büyük çöküşün ve tarihsel yenilginin bir tür dile gelişi ve buna tepki ifadesidir. 2. Dünya savaşı sonrası yaşanan soğuk savaş döneminde İslam dünyasında doğu ve batı kamplarına bölünmüş ülkelerde yaşanan ideolojik çatışmalar, aslında batının iç savaşının İslam tarlasında sürdürülmesini ifade etmekteydi. Yeni okur yazar gençlerin batılı ideolojiler adına birbirlerine saldırdığı bu çatışmalar, toplumların organik aydınlarının da kırılmasına yol açmış ve meydan tamamen batıcı elitlere kalmıştı. Türkiye, İran, Mısır ve birçok Arap ülkelerinde milliyetçi laik elitler, Suudi Arabistan ve Pakistan’da dini görünümlü batıcı iktidarlar, 60-70 yıl boyunca bu bölünmüş coğrafyanın batı adına çobanlığını yapmıştır.

Bütün bu özet dönem boyunca İslami akımlar, İslam’ı hem batıcılığa hem batılı ideolojik akımlara hem de bu yerli islamofobik batıcı rejimlere karşı savunmaya çalışmış, genç nesillerin imanını korumak, kadınların namusunu korumak, dini değerlerin unutulmamasını sağlamak, şeriatı korumak vb. hassasiyetler her İslami akımın öncelikli amacı olmuştur. Bu süreçte  okur-yazar yeni bir İslamcı entelijensiya ortaya çıkmış, batılı eğitimden geçmesine rağmen batıcılığa karşı modern bir dille islam’ı savunma çabasına yönelmiştir.

Şeriat kavramı işte bu sancılı çağın şizofrenik çatışmasında anahtar bir kavramdır. Batıcılar hem kendi genetik islamofobik duyguları hem de batıya bir tür rüşveti kelam kabilinden şeriatı aşağılama, küfretme ve düşmanlaştırma objesi yapmışlardır. Batıcı düzenlerin gönüllü kulluğuna soyunan zümrelerin batılı güçler tarafından özenle seçilmiş eski kadim pagan, kripto Hristiyan veya Yahudi toplulukların devamı olması, bu yeni dönemde İslam’a ve dindar kitlelere karşı bu zümrelerin kin ve düşmanlıkla saldırmasının sosyolojik temelidir. Batılılara, sizin adınıza biz temsil eder, bu kitleleri ve değerlerini tasfiye ederiz mesajı vermek adına bütün İslam coğrafyasında laikçi sol milliyetçi dikta rejimleri, İslami akımlara karşı bin bir çeşit baskı ve zulümler uygulamıştır. Başta bölgeye yerleştirilen batı karakolu İsrail Siyonist rejimi olmak üzere birçok batı devleti, her ülkedeki bu batıcı zümreler üzerinden kurduğu istihbarat ağı, ekonomik imtiyazlar ve kültürel iktidar tezgahıyla, 20. Yüzyıl boyunca İslam dünyasının Batılılaştırılması, İslami değer ve dinamiklerin tasfiyesi, yeni tip gayrı müslim nüfus yaratılması ve self kolonizasyon düzeninin devamlılığı gibi misyonlara hizmet etmiştir. Bu koşullarda şeriat kavramı, işte bu batıcı islamofobiklerin bu düşmanlığının şeytanı yani bütün kötülüklerin kaynağı olarak görülür olmuş, bunlara direnen dindar muhafazakâr kitlelerin ve İslamcı akımların ise, onur ve direniş sembolü olmuştur. Yani geleneksel İslam hukuku-yani fıkıh anlamından öte, tamamen politik ve ideolojik bir çatışmanın turnusol kağıdı hükmünde bir kavramdır bugün şeriat.

Bu anlamıyla, İslam dünyasında ve Müslüman zihinlerde şeriat kavramı, daima Müslüman onurunun, batıcılığa ve batıcı zümrelerin islamofobik saldırılarına inatla direnmenin, yani Müslüman haysiyetinin sembolü olarak kıyamete kadar manasını koruyacaktır.

Ama İslam hukuku yani fıkıh anlamıyla yeniden gözden geçirilmesi, asli özüne uygun olarak yenilenmesi ve çağdaş dünyada Müslümanların hayatını kolaylaştırıp meşru yani şeriata uygun bir şekilde yaşayabilmelerinin fıkhını ifade etmesi için bazı hususların tartışılması gerekmektedir.

Öncelikle, modern hukukla İslam fıkhı arasındaki ayrım veya çelişkileri netleştirmek lazım.

Hukuk kavramı bugün ilahi/tabii hukuk prensipleriyle modern/pozitif hukuk kurallarının toplamını ifade eden evrensel bir telakkiyi ifade etmektedir. Yani fıkhi hükümlerle batılı kanunlar, birbirine benzer ya da farklı sorun çözme yollarını ifade ederken, hukuk bugün için bütün örf, yasa ve dini hükümlerin maksatlarını da içeren bir tarzda “evrensel kaideler” anlamı kazanmıştır. Bu anlamda evrensel hukuk prensipleri, hem İslam fıkhının birçok usulünü modern üslupla ve tarzla içermekte hem de insanların sorunlarını daha evrensel ve insani kaideler çerçevesinde çözebilme imkânını barındırmaktadır. Bu anlamda İslam hukuku tabiri, bugün için İslam tarihinin tarım toplumu döneminde Müslüman âlimlerin toplumun sorunlarını çözme usul ve kaidelerini ifade etmektedir. Bu usul ve kaidelerin çoğu bugün evrensel hukuk prensipleri olarak uluslararası sözleşmeler ve anayasalarda yer almıştır.

Müslümanlar rahatlıkla hukukun kendisini, evrensel hukuku, ilahi/tabii hukuku ve insan haklarını savunabilmelidir. İslam ceza hukuku ve medeni hukukunun bazı özgün hükümleri ise Müslüman âlimler tarafından maksatları doğrultusunda yeniden yorumlanabilir. Bunun dışında İslam açısından asıl olan mekasid-u şeria, yani insanların can, mal, din, namus ve akıl emniyetini sağlamak, güvenlik ve hürriyetlerini temin etmek ve adaleti toplum ortalamasının kabulleneceği ve onaylayacağı bir tarzda gerçekleştirmek için hukukun üstünlüğünü tesis etmektir. Yani şeriatın maksadı zaten şeriatın yani hukukun üstünlüğüdür. Burada şeriat yani hukuk kavramının içeriği 7. Yüzyılda Yahudi, Hristiyan ve Arap örf  ve adetleri, 10. Yüzyılda İran-roma kanunlarının da eklendiği çeşitli hükümler, 16. Yüzyılda örfi kuralların, 19.-20. Yüzyılda batılı hukuk kaidelerinin eklendiği çeşitli sorun çözme teknikleridir. Aslolan bir şekilde kanun ve kuralların egemen olması, güçlülerin keyfi zorbalıkları yerine, bütün toplumun benimsediği meşru kaidelerin bireysel ve kamusal işlerde geçerli kılabilmesidir. Yani esas olan öldürmemek, çalmamak, yalan söylememek, insanların haklarını çiğnememek, başkasına zarar vermemek, sorunları meşru yasalar içinde çözebilmektir. Bunu sağlayan ve bu maksatları çiğneyenleri cezalandırma teknikleri zamana zemine kültürlere göre değişir ve dinin bütün zaman ve kültürler için vazettiği bir teknik yoktur. Arap çölünde hırsızın eli kesilir, Orta Asya da çöle sürülür, Afrika’da linç edilir, Avrupa’da hapsedilir, vb. bu yöntemler hırsızlık yasağının farklı cezalandırma teknikleridir. Müslümanlar en işlevsel, en vicdani ve maksada yani hırsızlığı önlemeye en uygun caydırıcı bir ceza tekniğini tercih edebilirler. Hatta herhangi bir Müslüman toplum başka, diğeri başka bir ceza tekniği de uygulayabilir. Bu sadece caydırıcılık konusunda bir tartışma konusudur. Yine gayrı müslim bir ülkenin daha işlevsel bir tekniği de transfer edilebilir. Her durumda dinin yani şeriatın maksadı hırsızlığın yasak olması ve cezalandırılmasıdır.

Bu örnekteki gibi, hayatın diğer alanlarındaki hukuk kaideleri de maksada uygun olarak farklılıklar taşıyabilir. Örneğin medeni hukuk alanında, tek veya çok eşlilik konusu, aslında dinin değil, toplumların geleneklerinin sorunudur. İslam, var olan geleneği aile kurumunun korunması açısından değerlendiren bir ölçü verir. Yani sorun tek eşlilik veya çok eşlilik değil, ailede eşlerin hukukunun olması ve tarafların buna uymasıdır. Bu noktada çok eşli aile yapısına sahip Arap toplumuna inen ayetlerin aile meseleleri ile ilgili konulardaki nasihatleri, tamamen bu örfe uymaya dönüktür. Yani yeni bir hukuk veya model önermeden, insanları var olan örfleri içerisindeki aileyi koruyucu en uygun örfe uymaya davet eder. Bu miras veya ticaret kuralları içinde geçerlidir. İslam, yok olmuş eski bir kavimden bahsederken tarih anlatmaz, deve veya arılardan bahsederken hayvancılık öğretmez, ya da zeytin, bal, incirden bahsederken tarım, ticaretten bahsederken ekonomi dersi vermez. Yani bu konularda yeni bir model, kural, yasa koyan bir din değildir. İslam, indiği toplumun anlık sorularını bir şekilde kadim insanlık meselesi olan tevhit, ahiret inancı, ahlak ve adalet gibi konulara getirir ve diğer detayları sadece bu asıl konusu için mesel, örnek, ibret vesilesi olarak kullanır. Kuran’ı veya Hz. Peygamberin hayatını okuyan her objektif insan, bu tarzı fark edecektir. Bu nedenledir ki, İslam tarihi bin bir çeşit uygulama, yorum, görüş ve ekol üretebilmiştir.

Şeriatı değişmez din kuralları manasında anlayanların en büyük sorunu geçmiş toplumların, özellikle 7. Yüzyıl Hicaz Araplarının örf, adet ve alışkanlıklarını Kuran ve Sünnetin uygulanma biçimi olarak referans almış olmalarıdır. Maksadı gözetmeden şekli temel alan bu yaklaşımla birçok konuda fıkhi hükümler çıkartılmış ve Müslüman toplumlara dinin kuralları olarak aktarılmıştır. Bu konuda en tartışmalı ve moda örnek, çok eşlilik konusudur. Bu konu örneğinde, fıkıhla İslam’ın özü ve maksadı arasındaki fark ve çelişkileri özetleyebiliriz.

Tarım toplumunun zengin sınıfının çok eşli, köleli, cariyeli yaşam tarzını İslam’ın medeni hukuku zanneden bakış açısı, çok eşliliği İslam’ın adeta sembolü haline getirmiştir. Oysa, modern şehir toplumlarında birçok yeni soruna yol açan ve özellikle kadın haklarının ihlali ve aile müessesesinin karmaşıklığı açısından ciddi sıkıntıların kaynağı olan bu uygulama, tamamen belli toplumlara özgü yerel/lokal bir gelenektir ve İslam’ın bir emri değildir. Kuran’daki Nisa süresi 3. Ayetteki çok eşlilikle ilgili nasihat, aslında yetimlerle ilgilidir ve birçok alim bu ayetleri birden fazla eş alma değil, birden fazla yetimin evlendirilmesi, mallarının korunması ve yetimlere hakkıyla bakabilmeyle ilgili olduğunu ifade etmiştir. Nitekim o ayetlerin öncesi ve sonrası tamamen yetimlerle ilgilidir. Buna rağmen geleneksel Arap örfü ve erkek bakış açısıyla tefsir edilen ayetlerden poligamiye cevaz sonucu çıkartılmış ve yüzlerce yıldır bu yorum egemen olmuştur. Aslında Kuranı kerimin tefsirinde bu yerel bakış açısı ve erkeksi yorum, birçok konudaki örf, adet ve alışkanlığı İslam’a mal etmiştir. Kuran, 7. Yüzyıl Hicaz bölgesi insanlarına hitap eder ve o koşullarda yaşayan insanların anlayacağı konular ve üslup kullanır. Bahsettiği her konuyu da ısrarla Allah ve ahiret/hesap günü şuuruna getirir. Yani adeta şu veya bu konuda şöyle veya böyle yapın ya da zaten yaptığınızı şeye devam edin veya şu yanlıştan vazgeçin şu şekilde doğrusunu yapın der ama hemen Allah veya ahireti hatırlatıp hayatın asıl manasına dair daha derin ve üst bakış açısını hatırlatır. Çünkü Kuran bir örf, adet, yasa kitabı değildir, insanlara bir yaşam felsefesi kazandırmak isteyen bir hayat kılavuzudur. Kuranı, Allah ve ahiret şuuru kazandıran, iyi ve kötü ölçüsü veren bir yol gösterici olarak okuyan her akıl, ondan pratik yaşam kuralları, devlet, siyaset, ticaret, tarih, hukuk kaideleri değil, bu alanlara dair ilkesel bir bakış açısı, ayrıca hayata, eşyaya, olaylara, tarihe, doğaya ve insana dair derin bir mana edinir yani temel ve evrensel ilke ve değerleri benimser. Ama kendi pratik sorunlarını veya toplumsal meseleleri çözme kaynağı gibi okuyanlar ise aslında alışkanlıklarını, ezberlerini, kişisel veya toplumsal ihtiyaçlara tekabül eden kendi çözümlerini kurana söyleten, kuranın karizmasıyla kendini maskeleyip insanlara dayatan kutsal tartışılmaz hükümler çıkartır. İlkinde hakkıyla iman edip doğru bir istikamet tutturma gayreti, ikincisinde ise sosyo ekonomik ve siyasi maksatlara dini alet etme kurnazlığı vardır. İlki, hanif-İbrahimi din anlayışını ikincisi ise pagan-Zerdüşt-Yahudi ve Hristiyan kurumsal din geleneğini temsil eder. İslam tarihinde bu iki yorum tarzının da bolca örneği vardır. Çok kadınla evlenmek isteyenin Kuran’ı kendine alet etmesine gerek yoktur. Sosyal şartları, bireysel vicdanı, ahlaki seviyesi bunu müsaade ediyorsa varsın evlensin ve sonuçlarına da katlansın. İslam kimseye arzularının fetvasını vermez. Bu diğer her konu içinde geçerlidir. Savaş çıkarmak isteyen devletler, başkasının malına konmak isteyen hırsızlar, kız kardeşinin mirasına göz koyan  yaratıkların Şeriatı bu ihtiras ve ahlaksızlıklarına kılıf yapmasına gerek yoktur. İstediklerini yapabilirler ama dini istismar etmeleri, Kuran’ın özüne, maksadına, davasına aykırıdır. Özgür, haysiyetli, namuslu hiçbir insanın vicdanının kabullenemeyeceği pratikler, uygulamalar veya alışkanlıkları meşrulaştırmak için kuranı alet etmek, şirk ve küfürdür. Allah, kendi adının insanların heva ve hevesleri için kullanılmasını asla affetmeyecektir. Bunu bilen her mümin, istediği her konuda istediği gibi davranabilir. Ama hiçbir gerçek mümin bunu yapmaz. Toplumsal alışkanlıklar cevaz verse dahi, bu konularda dini kuralları değil vicdanı öncelemek esastır. 7. Yüzyıl Arap toplumundaki evlilik boşanma miras kadın-erkek ilişkileri gibi konuların örfü, o topluma aittir ve İslam’ın evrensel hükümleri olamaz. Peygamber dahil ilk Müslümanların kendi toplumsal koşullarındaki yaşam tarzları, kılık kıyafetleri, örf ve adetleri, onlara aittir. İslam o gelenekleri tüm insanlığa kıyamete kadar geçerli ve zorunlu kurallarmış gibi dayatan bir din değildir. Bu Kuran’ın asıl mesajına terstir. Böyle bir şey düşünmek bile abestir. Müslümanların egemenliği sonrası oluşan doğal sosyal kültürel ortamın İslamla özdeşleşmesi, sonradan İslam’a dahil olan birey ve toplulukların bu kültüre özenip kendi kültürünü değiştirmesi, tabii bir sosyal etkidir ama dinin emri değildir. İslam’ın temel ilke ve değerleri, inanç kaideleri, temel emir ve yasakları bellidir. Bunun dışında hiç kimse bir Arap veya sonradan Müslümanlaşan ve kültürleri İslamla özdeşleşen Acem, Türk, gibi yaşamak zorunda değildir. Hiç kimse Müslüman olunca ismini, kıyafetini ya da gündelik yaşam tarzını değiştirmek zorunda değildir. Din, bu değildir.

Kelime-i şehadet, net bir şekilde peygamberin Allah’ın kulu ve sonra Resülü olduğunu söyler. Yani onun sıradan bir insan olduğu, Mekkeli, Haşimoğulları’ndan, erkek ve orta yaşlarda bir insan olduğunu unutmayın demektedir. Çünkü Hristiyanlar İsa’yı ve Yahudiler Üzeyir’i tanrılaştırmıştır ve Kuran bu konuda ısrarla ve özenle peygamber ve mesajı arasında net bir ayrım koyar. Yani insan yönüyle Hz. Muhammed’in yaşam tarzını veya kendisini kutsamayın, sadece getirdiği mesajı önemseyin, demektedir. Buna rağmen ısrarla dönüp peygamberin kendi kabilesi ve döneminin adet ve alışkanlıklarını dinileştirmek gerçekten tuhaftır. Şirk, zulüm, küfür, kula kulluk, haksızlık, sapıklık, hırsızlık, yalan, kumar, alkolizm, yani insanı insanlığından çıkartan kötülüklerden arınmak, bu kötülüklerle mücadele etmek, insanı layık olduğu özgür, onurlu ve temiz bir yaşam tarzına kavuşturmak gibi temel maksadı atlayıp, hayatın detaylarında eski bir topluluğun adet ve alışkanlıklarını taklit etmeyi din bellemek, İslam’ın başına gelen en büyük haksızlıktır. İsa’nın din adamları sınıfına ve paraya tapanlara meydan okuması ve haksızlık, adaletsizlik, sapkınlık, din istismarı ve diğer kötülüklerle yaşayanlara hakkı, adaleti, barışı, iyilik ve doğruluğu tavsiye etmesini bırakıp onu ve ölümünü kutsamak, tanrının oğlu diye ona tapmak nasıl İseviliği Hristiyanlık isimli yarı pagan bir devlet dinine dönüştürmüşse, İslam da bu idraksizlik sayesinde belli bir topluluğun örfünü herkese dayatan bir kültür istilasına dönüştürülmüştür. Özellikle Emevilerin Mevali dediği Arap olmayan Müslümanları aşağılamasıyla başlayan bu alışkanlık, bir şekilde halen devam etmekte, Arap olmayan herkesi Arap gibi yaşamaya zorlayan yorum tefsir ve fikirler, İslam diye pazarlanmaktadır. (Bugün bu bedevi milliyetçiliğini İslam diye pazarlayan tezgahın başını ise Suudi Arabistan isimli bir devlet  çekmektedir. Aslında bunlar putperest Arapların devamıdır. Ümmete ait petrol paralarıyla dünyanın her yerinde kendi bedevi adetlerini İslam diye sunmakta, okullar medreseler finanse edip İslam’ın ev sahibi gibi davranmaktadırlar. Bu ilkel dinciliğin İslamla alakası olmadığı gibi aksine İslam’ın yok etmeye çalıştığı bedevilik olduğu unutulmamalıdır.) İslam bir Arap dini değil, evrensel bir insanlık kılavuzudur. Araplık iyi veya kötü bir şey değildir, tıpkı Türk, Kürt, Arnavut, Fars, Alman, İngiliz, Fransız, Çin vb. kültürü gibi, doğal toplumsal kültürler birbirine üstün veya kutsal değil, sadece farklı birer insani zenginliklerdir. Yani Arap yaşam tarzı İslam’ın kendisi değildir. Arap kültürü, Arap kültürüdür, İslam ise bir dindir. İslamın Arabistan’da doğmuş olması sadece bir tesadüftür ve bunun dışında İslamın Araplıkla veya diğer başka bir kavimle alakası yoktur. Nasıl ki Hristiyanlık Kudüs’te doğmuş, Anadolu’da yayılmış, Roma’da evrenselleşmiş ama tüm dünyada geçerli bir din olmuşsa, nasıl ki Marksizm Almanya’da doğup İngiltere’de geliştirilip Rusya’da resmi ideoloji olmuşsa ve buna rağmen içeriği, mesajları, konusu evrensel ve tarihsel ekonomi politik çelişkilerse, İslam’da Mekke’de doğmuş, İran’da gelişmiş, Hindistan’da, Endülüs’te ve İstanbul’da yayılmış ama içeriği, mesajları, konuları evrensel ve tarihsel bir dindir.

Adem ve Nuh’tan beri, insanın fıtratındaki temel ilke ve değerler, vicdan, merhamet, akıl ve idrak, bir ilahi kılavuz veya elçi olmasa dahi her toplumda her coğrafyada her bir insan tekinde zaten mündemiçtir. Fakat kötülük, baskı, mülkiyet duygusu, bencillik, zorbalık, hegemonya tutkusu insanı saptırıp yoldan çıkarttığı için her dönem bir uyarıcı, bir vicdan sesi, bir hatırlatıcı ve yol gösterici gelmiştir. İşte bu Nübüvvet yani peygamberliktir ve her peygamber insanlara bilmediklerini değil unuttuklarını hatırlatmaya çalışmıştır. Çünkü her bir insan yaşamın ilk anından beri zaten her tür bilgi ve ölçüyü bilmekte ama zamanla unutup, sapıtıp veya şaşırıp bu asli yolundan çıkmaktadır. Kuran defalarca bu gerçeği anlatmakta, önceki kavimler ve peygamberlerden bahsederken hepsinin aynı mesajı getirip insanları uyardığını söylemektedir. O mesajın özü ise hiç değişmemiştir: La ilahe illallah.

Bu anlamda, şeriat özünde ilahi-tabii hukuk demektir, din özünde tevhit şuurudur, insanlık özünde tek bir türdür ve farklılıklar içinde birlik yani evrensel insanlık şuuru, her şeyin özüdür. İnsanların birbirine hükmetmesi, kula kulluk, diğer insanları ötekileştirmesi, soyması, sömürmesi, aşağılaması, öldürmesi, eziyet etmesi, aklende dinen de vicdanen de haramdır, yanlıştır, yasaktır, kötüdür. Her peygamberin ve peygamberi misyona sahip her bilgenin, filozofun, liderin, sanatçının, şeyh veya pirin son tahlilde kendi toplumlarına söyledikleri budur. Mekasid-u Şeria, yani şeriatın maksadı, işte bu şuurla insanları toplumları buluşturmak, her tür dünyevi işlerini bu şuurla düzenlemelerini ve hayatın acıları ve zorluklarına karşı bu şuurla dayanmalarını sağlamak, sorunları bu şuurla çözebilme istidadı kazandırmaktır.

Bugünden bakıldığında, yine Mekasid-u Şeria bağlamında idare ve ticaret hukuku, ya da hak ve özgürlükler kataloğu konusunda da modern hukuk prensiplerinin çoğu, İslam’ın maksatlarına uygundur.

Kısaca ifade edersek, siyasi ve idari düzenlemelerde birey hakları ve özgürlükleri, ticari yaşamda tarafların haklarının garantiye alınması, aile ve özel hayatta kişilerin hakları ve ilişkilerin eşitliği, ceza alanında suçun şahsiliği, cezanın suçla eşdeğerliği, savunma hakkı vb. modern ceza usul prensipleri, İslam’ın, şeriatın temel maksatlarıdır ve bu maksatları gerçekleştiren her tür esas, usul, kural, kanun, kaide, içtihat, İslamidir. Unutulmamalıdır ki, tek tip, kesin ve değişmez bir İslam hukuku kataloğu yoktur.

Özellikle batılı toplumların İslam’ı aşağılaması, yerli pozitivist laik kesimlerin ve rejimlerin de sürekli İslam karşıtı propagandaları, yani art niyetli ve çarpıtılmış şeriat düşmanlığı karşısında bir öz savunma biçimi olarak geliştirilen şeriatçılık, artık eski toplumların fıkhını olduğu gibi savunmak yerine fıkhın özündeki maksada yaslanarak yeni çağın sorunlarına ilahi bir emir olan adalet ve iyiliğin egemenliği prensibiyle bakıp, hukukun üstünlüğü şuuruna bırakmalıdır. Müslümanlar, çağın diliyle, hukukun üstünlüğünün zaten şeriatın egemenliği olduğu idrakine varmalıdır. Bu anlamda her Müslüman Şeriatçıdır ve bugünün şeriatı, evrensel hukuk prensipleridir. Hukukun üstünlüğü, İslam’ın emridir. Bu hukukun içeriği ise İslam’ın özüyle ölçülüp şekillendirilerek yeniden ve yeniden güncellenebilen kurallar, kaideler, hükümler yani fıkıh/yasalar demektir. Her konuyu eski bir fıkıh kuralıyla açıklamak yerine, bütün fıkıh usullerini analiz edip çağdaş sorunlara yeni cevaplar üretmek, fıkhın temel işlevidir. Bugün İslam alimleri bu temel işlev yerine ezberledikleri eski hükümleri Müslümanlara fetva diye sunmaktadır. Yeni sorun ve sorulara eski cevapları sunmak, ilim değildir.

Modern hukuk prensiplerini laik olduğu için yani bir dini hükme referans vermediği için İslam dışı zanneden yaklaşımın değişmesi şarttır. Çünkü laik hukuk, Hristiyan ve Yahudi şeriatının reddedilmesiyle oluşmuştur, İslam’ın reddedilmesiyle değil. Laik hukuk prensiplerinin çoğu ise İslam fıkıh kurallarına ve İslam’ın maksatlarına uygundur. Sorun sadece her konuda ayet ve hadislere dayanarak hüküm verme alışkanlığıdır ki bu eski toplumlar için geçerlidir. Bir Müslüman, kuranın özüne uygun maksatları gözeterek, var olan her kural ve yasayı benimseyip uygulayabilir. Bunun için aklı vicdanı sosyal şartları ve makul deneyimleri esas alması yeterlidir. Bu nedenle İslam alimlerine düşen, Kuranın maksatlarını net tarif etmek ve çağdaş kural ve yasaları bu maksatlar ekseninde eleyip Müslümanlara sunmaktır. Büyük günahlar-şirk,faiz,zina,alkol,kumar,cinayet,hırsızlık,yalan-, ve temel farzlar-namaz,oruç,zekat,hac,-değişmez ve tartışılmaz. Ama bunların bugünkü manası, içeriği veya nasıl uygulanacağı tartışılabilir. Bugünün fıkıh ilmi budur. Son tahlilde, fıkhın amacı, Müslümanların hayatını kolaylaştırmak, sorunlarına makul çözümler bulmak, İslam kimliği ve imanı dairesinde çağdaş her toplumda özgür ve rahatça yaşayabilmesini sağlamak olmalıdır. Yüzlerce yıl öncenin fıkhını bugüne zorla giydirip, en basit konularda bile İslam’ı yaşama adına hayatı Müslümanlara zindan etmeye çalışmak değil. Modern yaşam zaten yeteri kadar zor, sancılı ve acılarla doludur. Buna birde müminleri yaşamla inançları arasında sürekli çelişki ve gerilim yükü eklemek, fıkhetmek değil, din adına zulüm etmektir.

Müslümanlar, akıl ve idraklerini asla terk etmeden, Kuran’ın rahatlatıcı özünü doğru kavrayarak, hayatlarını mümince yaşamayı öğrenmelidir.

İslam hukuku, şeriat ve fıkıh, çağdaş Müslümanın elini kolunu bağlayan dogmatik kuralları değil, aksine rahatlatan, kolaylaştıran ve çözen bir rasyonel yaşam dinamiği olmalıdır. Bunun için Hristiyanların yaşadığı laiklik-din gerilimi veya akıl-vahiy gerilimi gibi Müslümanı asla ilgilendirmeyen çelişkileri içselleştirmekten vazgeçip, nerede makul, haklı, doğru, iyi, güzel, adil ve gerekli bir hüküm, kural, kanun, prensip varsa alıp sahiplenmek, bunu doğal bir alışkanlık haline getirmek gerekmektedir.

Tabi önce Müslümanların, akıllarıyla, vicdanlarıyla, yasalarla veya geleneklerle çözülecek sorunlarını İslam’ın çözmesini bekleme alışkanlığını da terk etmesi gerekiyor. İslam’ı yaşama adına islam’ın temel emri olan akletmeyi terk edip, olur olmaz her soruyu İslam’a sormak, birçok yanlışın başlangıcıdır. İslam insanların her sorusunu cevaplayan her sorununu çözen sihirli bir anahtar değildir. Allah, insana akıl vererek zaten en sihirli aracı hediye etmiştir. Kuran sadece bu aklı kullanmayı, hatta doğru kullanmayı ve aklı örten, iptal eden, uyuşturan her şeyden uzak durmayı hatırlatan ve öğütleyen bir kitaptır.

Doğru bir İslam anlayışı, her şeyin zincirleme doğru gelişmesini de sağlayacaktır.

Leave a Reply