Devlet, Diyanet ve Laiklik

Cumhuriyetle birlikte Türkiye’de batıdan alınan kanunlar yerleştirildi ve Şeriat yasaları lağvedildi. Özünde Osmanlı sonrası batı egemenliğini kabullenip İslam değerleri ve Osmanlı-İslam topluluklarından uzaklaşmak yani petrolünde olduğu Arap coğrafyasından kopmayı amaçlayan bu tasfiye, yeni rejimin bir türlü çözemediği yeni bir çok sorunu da üretmiştir. Dinle devlet işlerini ayırma, ilahi yasalar yerine akla ve bilime dayalı yasaları egemen kılma, çağdaş uygarlık seviyesine bu yolla ulaşma, Arap kültürü yerine Türk milli kimliği icat etme, tarihte kalmış ve gerilemenin de sebebi olan eski kanun, kural, inançların terk edilip gelişmiş toplumlar gibi laik kanunları getirme gibi bir dizi argüman eşliğinde yapılan bu değişim, sonuçta ne tam olarak batılı ne doğulu, ne tam olarak müslüman ne laik olabilen tuhaf bir rejim çıkartmış ve yer yer bu rejimi destekleyen zümrelerle benimsemeyen geniş halk kitleleri arasında yeni çelişki ve çatışmalara yol açmıştır. Osmanlının yenilgisi ve parçalanması sonrası galip devletlerin dayatmalarını uygulamayı varlık ve beka yolu olarak gören kemalist elitler, aslında başımıza ne geldiyse İslamdan dolayı geldi ve batılılar elimizde olanı almadan onlara benzeyerek ve İslamı da geri plana iterek ayakta kalalım, duygusuyla hareket ediyorlardı. Zira, laiklik ilkesiyle ifade edilen argümanların hemen hepsi, zaten Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerinden beri Osmanlı devlet ve toplum düzeninde mündemiçti ve kemalist elitlerin sonradan geriye dönerek yazdıkları yalan yanlış tarihin aksine Müslüman ahali de Osmanlı yöneticileri de kastettikleri modernleşme amacına razı olmuş, her yeniliği kolayca benimsemiş ve bir şekilde reformları onaylamıştı.

1908 yılındaki meşrutiyet ilanı, başta dönemin önde gelen İslamcı alim ve aydınları olmak üzere geniş halk kitlelerinin Osmanlının bütün vilayetlerinde büyük bir coşkuyla kutlanmış ve inkılap olarak benimsenip desteklenmişti. Yani öyle kemalistlerin karikatürize ettiği gibi, otokrat bir padişah, yobaz din adamları ve cahil hurafeci bir Müslüman ahali yoktu. Açılan her yeni okula çocuğunu gönderen, yapılan her doğru ve yeni reformu onaylayan, destekleyen, her toplumda görülebilen marjinal yobaz ve istismarcı din adamlarına tepki gösteren, daha alim, şahsiyetli din adamlarını dinleyen son derece ferasetli ve sağduyulu bir Osmanlı toplumu vardı. Meşrutiyetin Hindistan ve Mısır’daki sömürge idaresine kötü örnek olmasından korkan İngilizlerin kışkırttığı ve Abdulhamit’i destekleyen bazı din adamları ve tarikatların ayaklandığı 31 Mart olayı bu nedenle başarısız olmuş ve Osmanlı müslüman ahalisi, ayaklanmaya destek vermediği gibi bastırmaya gelen Hareket ordusunu desteklemiştir. Bu nedenle, bu halkın desteğiyle, Meclis, anayasa, seçimler, siyasi partiler, dernekler, özgür basın, kadın hakları, yeni okullar ve eğitim düzeni, yeni ve kolay bir alfabe, devlet idaresinde daha işlevsel bir idari yapı, askeri reformlar, ticari düzenlemeler, vakıflar ve dini eğitimde yenilikler yani kemalistlerin kendilerine mal ettiği daha bir çok reform, çoğunluğu İslamcı olan İttihat Terakki kadroları eliyle 1908 yılından itibaren adım adım hayata geçirilmişti. Kemalist rejim, halifeliğin kaldırılması, alfabe ve takvim değişimi ve Tevhid-i Tedrisat kanunu dışında bu yeniliklerin hepsini kendine mal edip ilk defa uygulamış gibi sunuyordu. (kaldı ki, alfabe değişimi tamamen bir sömürgeci politikaydı ve bir çok samimi kemalist tarafından bile hala eleştirilmektedir. Örneğin, Atilla İlhan’a göre alfabe ve takvim değişimi, bir devrim veya aydınlanma reformu değil, self kolonizasyon politikasının açık bir örneğidir. )

Kemalizmin Türk dini ve Laiklik

Laiklik  adına İslam hukukunun tasfiye edilmesi, din işlerinin devlet ve toplum hayatından kişilerin vicdanına bırakılması, dini sadece ibadet özgürlüğü, ki onu da İttihat Terakki zamanında düzenlenmiş diyanet işleri reisliğinin kontrolünde tanıma ve geri kalan her konuda batıyı taklit etmeyi çok büyük devrimler, aydınlanma, karanlıktan çıkış, gericilikten ileriye sıçrama diye sunmak, tarihimizin en trajik şakası gibidir. kemalist elitlerin hiç birinin ne bilim ne felsefe ne akıl ne de diğer çağdaş değerlerle bir ünsiyeti yoktur. Sadece yenilgi ve çöküşün bütün faturasını İslama mal edip batılıların şerrinden böyle korunacağını zanneden ve Osmanlının son nitelikli kadroları olan ittihatçıların da tasfiye edildiği boş meydanda sözde yeni bir devlet kuruyormuş gibi meşrutiyet kurumlarını Ankara’ya taşıyıp orada keyfi bir düzen kuran niteliksiz ve cahil kadrolardı. Önemli bir kısmı bireysel olarakta dinsiz ve islamofobik olan bu kadrolar, Almanya yükselirken faşist, İngiltere ve Fransa ittifak yapınca anglofil veya frankofon olan ama her büründüğü bu batıcı kimlikleri de İslamdan özenle ayırıp yeniden tanımladıkları Türk kavramıyla sunan self kolonizatör rejimin sadık ajanlarıydı. Türk kimliğini, Arap kültürü zannettikleri İslamın bozduğunu iddia eden ve laik bir Türk imgesi hatta bir tür dini uyduran bu kadrolar, aslında küresel politikaları çerçevesinde imparatorlukları milliyetçilikle parçalayıp ayrı ayrı sömürgeleştiren emperyalizmin arzuladığı bölünmeyi topluma benimsetmeye çalışıyorlardı. Yani Türkler ve Araplar, Türkler ve Ermeniler, Türkler ve Yunanlılar, Türkler ve Arnavutlar, Türkler ve Kürtler vb. şeklinde ayrışıp teker teker bir batılı devletin peyki olma çabasını çağdaşlaşma olarak savunuyorlardı.

Kemalizm işte bu aradaki ‘Ve’yi benimseyip Anadolu’yu diğer coğrafyalardan ayırmayı onaylamanın ve Türk kavramını da İslam, Osmanlı, Arap, Kürt, Fars, vb. kavramlarından ayıklamanın ideolojisiydi. O kadar ki, Türklüğü diğer kardeş, dindaş, yoldaş halklardan ayırmakla yetinmeyip, 1930 lardan itibaren bizatihi Türklükten de ayırmaya kalkmışlardı. Yani kemalizmin Türklüğü, giderek tarihsel-tabii Türklüğünde anti tezi olmuştu. Anadolu Türklüğünün örfü, adetleri, Türkçesi, müziği, folkloru, kılık kıyafeti, mutfağı, yani kültürel ve sosyal benliğine de savaş açılmıştı. Türk müziği  yasaklanmış, Türk dili bütün tarihsel kelime ve kavramlarından ayıklanarak uydurulmuş yeni kelimelerle Türkçe olmaktan çıkartılmış, Türklerin yani etnik olarak Yörük, Türkmen, Çepni, Manav, Avşar, vb. öz Türk aşiretlerin her şeyi küçümsenmiş, aşağılanmış, olduğu haliyle dışlanmış ve bu kökenden insanlar asli kimlikleriyle değil, sadece tamamen kemalist olması kaydıyla devlete alınır olmuştur. Yani Selanik dönmelerinin yada kripto gayrı Müslimlerin ve Moğol artığı Şamanistlerin kendilerini saklamak için kullandıkları  Türk kavramını Osmanlı ve Müslüman kavramı-kimliği yerine ikame etmeye çalışarak aslında Türk adıyla Türksüzleştirme projesi uygulamaktaydılar. Böylece hem etnik olarak Türk olmayan ama Türklükle de sorunu olmayan Kürtler gibi kadim Anadolu ahalisini Türklükten neredeyse nefret eder hale getirmiş hem de etnik kimliğini İslamla özdeş gören ve Müslümanlığını temel alan milleti bu resmi seküler ve sahte Türklüğü maske yapmış örtülü sömürge aygıtı olan devlete sokmama yolu olarak kullanmışlardır. Sonuçta bugün Türk olanlar değil, Türküm diyenler devletin ve ülkenin sahibi gibi davranmakta, Türk olanlar ise bunların askeri, emir eri, tetikçisi, işçisi, marabası muamelesi görmektedir.

Bu nedenle, Türk kimliği adına, İslam şeriatının lağvedilmesi, laikliğin ikamesi, iddia edildiği gibi modern bir toplum amacının değil, batıya bir daha tehdit olmayacak ve Osmanlı halklarını bir daha birleştirme iddiasını aklından bile geçirmeyecek, tamamen kastrasyon ve mankurtlaştırmaya dayalı bir operasyona tabi tutulup, özünden kökünden değerlerinden bihaber, batı hayranı yarı sömürge bir devlet ve toplum yaratma gibi bir kötü niyetin sonucudur. Nitekim maksada önemli ölçüde ulaşılmış ve bugün sözümona kendini çağdaş, modern, ilerici vb. şeklinde tanımlayan ama ne çağdaş, ne modern, ne laik, ne akılcı olan, olabilmesi de doğalarındaki islamofobik kin nedeniyle mümkün olmayan ve sadece bu kavramlara tapan ve bu kavramlarla geniş kitleleri dövme, aşağılama, sindirme alışkanlığı edinmiş son derece küstah, terbiyesiz, inançsız, ahlaksız, görgüsüz ve cahil bir kemalist zümre yaratılmıştır. Bunlar içerisinde aklı başında olan, ne olup bittiğini fark eden, tarihle ve geniş toplumsal kesimlerle çatışmanın yanlışlığını sezen az sayıda insan çıksa da, bu kesimlerin dogmatik mahalle baskısıyla linç edilip dışlanmaktadır. Geçmişte Nato ordusu olan Türk silahlı kuvvetlerinin darbeci rejim bekçiliği, batı şirketlerinin acentası ve devlet soyguncusu oligarşik sermaye grupları, onların kontrolündeki kültür hegemonyasının aracı olan medya ve başta yargı olmak üzere kemalist sivil bürokrasinin imtiyazlı egemenliğine güvenerek halka, tarihe, dine istediği gibi saldıran bu zümre, son yıllarda milletin gerçek organik kadrolarının siyasal ve ekonomik başarıları karşısında büyük bir yenilgi duygusuna kapılmış, mülkünü kaybeden hırsız gibi, ders almak yerine daha saldırgan ve küstah bir dil edinmiştir. ‘Laiklik’, işte bunların küstah dilidir.

Din û Devlet

İslam ülkeleri arasında en fazla Türkiye’de gündem olan din-devlet ilişkileri, gerçek anlamını aşan boyutlarda ele alınmaktadır. Gerek İslam tarihi gerekse Anadolu coğrafyasının geleneğinde hiçbir zaman bir sorun olarak gündeme gelmeyen, daha doğrusu sorun olamayacak kadar daraltılmış bir alanı ifade eden din-devlet ilişkilerinin, günümüzde bu kadar önemli bir tartışma ve çatışma konusu olması elbette nedensiz değildir.

Esasen bu sorun, bizatihi din ve devlet gibi iki muğlak ve soyut kategorinin birbiriyle ilişkisi bağlamında değil, bu ilişkinin dışında var olan bir hegemonya çatışması ekseninde ele alınmaktadır. Yani Türkiye’de, gündem olan diğer birçok sorun gibi laiklik ve İslam eksenli tartışmalar da, var olan sistem ve iktidar tartışmasının malzemeleri olarak gündemdedir. Bu nedenle, sorunu ele alırken önce kendi bağlamını doğru tespit etmek gerekir.

Doğu Roma (Bizans) devlet geleneğini tevarüs eden Osmanlı devlet yapısı, bütün devasa görüntüsüne rağmen, şu anki devlet yapısından daha dar bir alanda egemenlik sahibiydi. En azından sosyal hayata müdahalesi, daha doğrusu müdahale mantığı farklıydı. Osmanlı Devleti, kendi çağlarının tüm toprağa bağlı askeri İmparatorlukları gibi, özünde bir savaş aygıtıydı.

Hegemonyasını insan toplumlarına değil, coğrafyaya (verimli ya da stratejik önemi olan topraklara) egemen olmak için güç kullanarak sağlıyor ve fethettiği toprakların ahalisini de, başka fetihler için gerekli savaş unsurlarını (vergi ve asker) temin için itaate zorluyordu. Bu hegemonya mantığı, doğal olarak bugün “hoşgörü ve adalet” anlamına gelecek tutumları zorunlu kılmaktaydı. Bir savaş aygıtı olarak “devlet”in mantığı, vergi ve asker toplayabileceği, “dirlik ve düzen”i sağlama alacak bir itaatin teminini esas alıyor ve bunun dışında, insan topluluklarının dini inanç, örf, adet ve kültürleri ile uğraşmayı anlamsız kılıyordu.

Bu tutumun tek istisnası, toplulukların inanç, örf ya da kültürel alışkanlıklarının, devletin hegemonya kurma mantığını engelleyici ya da zedeleyici bir anlam taşıyor olmasıydı. Yani devlet tebaası, bizatihi inanç ve yaşam tarzıyla uğraşmaya ayarlı bir politikaya sahip olmamakla birlikte, dönem dönem egemenliğini tehdit eden toplulukların inançlarına, hatta giyim kuşamlarına dahi karışabiliyordu. Örneğin Yavuz Sultan Selim-Şah İsmail çatışmasında Alevi Türkmen aşiretleri, 18. yüzyıldan itibaren Batılı devletlerin kullanmaya çalışması üzerine, Hristiyan azınlıklar ve yine dönem dönem sadrazamlar ya da yeniçerilerle ittifak yaparak, Saray’a müdahale eden bazı tarikat ve dergâhlar için bu tür baskıcı müdahaleler yapılmıştı. Ancak devletin esas ölçüsü, din değil, savaşın istihdam ve finansı için gerekli para ve asker teminine ayarlı bir mutlak itaat tesisini simgeleyen dirlik ve düzendi.

Bu esas mantık, yalnızca azınlıkların inançları ve mezhepleri için değil, Sünni İslam mensupları için de geçerliydi. Osmanlı Devleti, kendisini var eden askeri mantaliteye uygun düştüğü çerçevede “din”le ilişki içerisindeydi. Ki bu çerçeve, bilindiği gibi devlet hegemonyasının tesisi için gerekli bir fetva mekanizmasından ibaretti. Bunun dışında yargı, ibadet, muamelat gibi tebaanın gündelik yaşamına dönük alanlarda, tamamen toplumun İslami anlayış ve değerlerine uygun özerk mekanizmalar faaliyet halindeydi. Devletin kendi tasarruflarıyla ilgili işlerde, “örfi hukuk ve tazir yetkisi”, dinû devletin yani dinle özdeşleşmiş devletin çıkarlarını ve devletle özdeş hükümdarın rızasını önceleyen bir çerçevede kullanılmaktaydı.

Günümüzde devletin dini denetlemesi ve kullanması olarak algılanan bu işleyişin, oldukça kısıtlı ve mutlaka devlet içi sorun ve amaçlarla kayıtlı alanlarda, dini meşruiyetin tesisini amaçlamaya dönük, bir hegemonik tutum olduğu unutulmamalıdır. Özellikle toplumun inanç ve yaşam tarzına -normal şartlarda- tayin edici bir müdahalenin mantıken mümkün ve gerekli olmadığı bir devlet biçiminde, doğal olarak din ve devlet ilişkileri, bugünkü anlamı ve boyutlarıyla bir problem haline gelmedi.

Tarihe ve özellikle kendi tarihimize, bugünün sorunlarından arınarak bakamamanın doğal sonucu olarak, Osmanlı devlet yapısını teokratik olarak tanımlayanlar da, laik ya da yarı laik olarak görenler de bizce yanılmaktadır. Zira teokrasiden bahsedilebilecek bir “din adamları” ve “din kuralları” egemenliği, ya da laiklikten bahsedilebilecek bir din-devlet ayrılığı söz konusu değildir.

Osmanlı ve daha önceki devlet geleneğinde, temel espri savaş eksenine oturduğu için, devletin dinle ilişkisi oldukça kısıtlı bir alana sahipti. Devlet, zaten toplumun her şeyine karışan ve yönlendiren bir özelliğe sahip değildi. Sonuçta din kuralları toplumsal alanda ve toplumun kendi isteği, alışkanlığı ve kültürü tarafından şekillendirilmiş mekanizmalarla egemenliğini sürdürüyordu. Bu durum din ve devlet gibi iki farklı ve kategorik olguyu, kolaylıkla ilişkilendirebileceğimiz netlikte bir görünüme müsaade etmiyordu.

Din-devlet ilişkileri, devletin bu yapısının değişmeye başladığı ve batılılaşmayla birlikte, tebaasının her şeyini tayin edici modern bir aygıta dönüştüğü, Tanzimat’la başlayan süreçte problem olmaya başladı.

1838 Tanzimat Fermanı’nda ve 1856 Islahat Fermanı’nda dile gelen yeni mantık, devletin tebaasıyla ilişkilerini düzenleyen, daha doğrusu tebaasının hayatına karışmayı başlatacak düzenlemeleri içeren bir çerçeveyi ifade ediyordu. Bu tür bir çerçeve ise doğal olarak, devletin dayanacağı referans noktalarını, dolayısıyla da “Din”le ilişkilerini gündeme getirdi.

İşte Türkiye’de bugünkü anlamı ve boyutlarıyla tartışılan din-devlet ilişkisi, laiklik ve şeriat çatışmasının kaynağı, Tanzimat’la başlayan devletteki bu mantık değişimidir. Fermanların muhtevası bir tarafa, bu süreçte yaşanan esas değişim, devletin bir referansa atıf yaparak, tebaasının hayatını düzenlemeye başlamasıdır. Durum bu olunca da, “Devlet”in böyle bir özelliği kuşanması bir yana bırakılmış ve sanki doğal bir hakkıymış gibi müdahalesinin dayandığı referans tartışılır olmuştur. Cumhuriyet’e kadar bu referans “İslam” olarak ifade edilmiş, Cumhuriyet’le birlikte tedrici olarak İslam da kaldırılarak, “muasır medeniyet, batı normları, çağdaşlık” ve en sonunda “laiklik” olarak devlet tarafından tayin edilmiştir.

Ahmet Cevdet Paşa’nın hukuk alanındaki çalışmaları, Yeni Osmanlıların anayasa talepleri ve İttihatçıların “Meclis” anlayışları, bütün bu sürecin sonucu olarak anlaşılmalıdır. Bu kurumlar, batıdaki gibi toplumsal bir çatışmanın uzlaşmayla sonuçlandırılması ve ortak bir yaşama alanı açmasını ifade etmemektedir. Bu kurumlar, tebaasının hayatına karışmayan devasa bir savaş aygıtının, hiçbir toplumsal dinamiğe yaslanmadan, dış baskılarla ve tebaasına rağmen modern görünümlü bir baskı aygıtına dönüşmesi sonucu muhteva kazanmıştır. Sonuçta devlet, halkının her şeyinden sorumlu olan, her şeyine karışan ve yönlendiren bir pozisyon alınca, o devletin neyle yönetileceği de kimin yöneteceği de, her şeyin önüne geçmiş ve günümüze kadar gelen toplumsal siyasal çatışmaların temel nedeni olmuştur.

İşte bu tarihsel dönüşümün sonucu olarak, I. Dünya Savaşı sonrasında yenilgi travmasından çıkış ve galiplerin gazabından kurtulma yolu olarak sunulan batılılaşma yolunun zorunlu sonucu olarak, “Devlet”i ele geçiren bir zümrenin tercihleri, anayasa, yasalar, yargı ve askeri güçlerin zoruyla bütün milletin tercihleri yapılmak istenmiştir. Devletin “dini” olur mu tartışması bu baskıların, daha doğrusu bizatihi her şeye hükmetme tekeline sahip, totaliter ve otoriter bir aygıtın meşruluğunu tartışmayı engelleyen bir gündem olagelmiştir.

Bu nedenle, devletin mutlak hegemonyasını eleştirmeyen bir mantık yürütüldüğü sürece, din ile devlet ilişkisini düzenlerken kurgulanan her tür formülün problemli olacağı söylenebilir. İnsan topluluklarının, ortak işlerini ortak bir şekilde düzene koyma aracı olarak, devlet organizmasının bizatihi kendisinin bir amaç ve hayatın her yönünü tayin eden bir otorite haline gelmesini bırakıp da böyle bir aygıtın dinle ilişkisi tartışılırsa, bu gibi sorulara verilebilecek her cevap da “tartışılır” kalmaya mahkûmdur.

Hâlihazırdaki “din dışı” devlet formülü, zaten şu anki birçok problemin kaynağı olduğu için, üzerinde durmaya gerek görmüyoruz. Zira sadece İslam için değil, aslında Hristiyanlık için dahi din dışı bir devlet mümkün değildir. Nitekim batılı devletlerin hiçbiri din dışı değildir. Sadece kilise dışıdır. Ancak, birçoğunda kilise de siyasette etkilidir.

Laikliğin anlamsızlığı

Din-devlet ilişkisini, farklı bir çerçevede ele aldığımız zaman, laiklik ve diyanet sorunu da yeni bir anlam kazanacaktır.

Örneğin laiklik kavramı, hem tanımının muğlaklığı hem de Türkiye’deki “devlete bağlı din” biçimindeki pratiğiyle, birçok sorunun kaynağı durumundadır.

Din-devlet ilişkisi gibi, laiklik de kendi tarihsel tecrübemiz ve toplumsal pratik içerisinde, hiçbir şeyi izah edemeyen ve birçok şeyi karmakarışık bir hale getiren içeriksiz bir kavramdır. Din düşmanlarının en güçlü argümanı olarak kullanılan bu kavramı, son yıllarda bazı Müslüman politikacı ve aydınlar da güya tanımını aslına uygunlaştırarak benimser olmuşlardır. Yasal zorunluluk gereği böyle bir tavra girildiği ileri sürülse de, bu kavramın en iyi niyetli tanımı dahi, kötü niyetli ve içeriksiz bir “din-devlet” ayırımını ifade ettiği için sorunu muğlaklaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Laikliği, din ve vicdan hürriyeti olarak yorumlayan anlayış da, devletin ve hatta hayatın din kurallarından arındırılması olarak gören anlayış da, sonuçta devleti merkezi bir yere oturtmakta ve dini de muhtevasından bağımsız bir kurum gibi algılama yanlışını ifade etmektedir. Din’in emir ve yasakları, hukuki, ticari, siyasi ve ahlaki hükümleri, bunların değişmez ve değişebilir boyutları, total bir ideoloji gibi algılanmakta ve hayatın belirli alanlarına ne kadar sirayet edeceği tartışılmaktadır.

Oysa İslam, böyle bir tartışmaya sebep olacak vasıfta bir din değildir ve “İslam’ı yaşamak”, birilerinin hürriyet bahşetmesine bağımlı bir konu değildir.

Bu noktada karşımıza yine “devlet ve siyaset” denilen alanın, toplumun ve bireylerin hayatının merkezine oturan ve her şeyi tayin edici bir merci olarak algılanması çıkmaktadır. Bütün toplumu “devlet” denilen hegemonya aygıtının emir ve yasaklarıyla hareket eden bir bütün olarak algılayınca da, bu hegemonya aygıtının şurasına ya da burasına, o toplumun inanç ve değerlerini sokmak ya da sokmamak problemi içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.

Sonuçta laiklik, bu toplumu, devlet geleneğini ve dini -olumlu ya da olumsuz- her açıdan ifade etmeyen lüzumsuz bir kavram olarak boşlukta kalmaktadır. Laiklik savunucuları da anti laik bir söylem de, nerede durursa dursun, gerçek meramını anlatamamakta ve bu kavram dolayısıyla her kesim ön yargılı bir kör döğüşüne girmektedir.

1937 yılında, yaklaşmakta olan II. Dünya Savaşı koşullarında, Fransızların Hatay’ı Türkiye’ye bırakmaya razı olması karşılığında, bir “Fransız modeli’ olarak laiklik anayasaya girmiştir. Bu kavramı Fransa hayranları -başta Durkheim sosyoloğu Ziya Gökalp- 1920’lerden beri gündeme getirmiş ve diğer Kemalist reformlar gibi “Fransız modeline” öykünen devletlü erkân tarafından kabul görmüştür. Celal Bayar ölümünden hemen önce, kendisiyle yapılan bir söyleşide laiklik kavramının anayasaya girişini, 1936 Dersim isyanında yapılan katliamların Alevi nüfusu devlete küstürmesi üzerine gündeme geldiğini, yani tabir caizse Alevileri yeniden devlete bağlamanın rüşveti kabilinden, ‘devletin dini İslamdır’ maddesi ifadesi anayasadan çıkartılıp laiklik maddesi eklendiğini söylemiştir.

Aslında en derin neden, batının gözüne girmek için İslam kimliğini saklamaktır, yani başımıza ne geldiyse İslam yüzünden geldi, diye düşünen Kemalist elitlerin, bu yorumuna uygun bir takiyye kavramı olarak laikliğin keşfedilmesidir. Belki de bu tür diğer birçok konu gibi, başka amaçlarla işlerin yürütüldüğü devlet geleneğine uygun olarak, anayasaya girmesine ve devletin temel niteliği olarak belirtilmesine rağmen, ne o yıllarda ne de bugün “Laiklik”ten bahsetmek mümkün değildir. Zira ya açık bir din düşmanlığı ya da örtülü bir dini kullanma siyaseti izlenmiştir. CHP birinci eğilimi, DP geleneği sağ partiler de ikinci eğilimi temsil etmiştir.

Esasen, anayasada devletin dini diye bir madde olması da saçmadır. Devlet bir kurumsal işleyiştir, dini zaten olamaz. Ayrıca dinin yani İslam’ın da devleti olmaz. Bu nedenle mesele nereden bakılırsa bakılsın eski bir yanlışı yeni bir yanlışla düzeltme çabasıdır ki, yanlış hala düzelmemiştir.

Dini devlet için kullanmanın siyaset üstü mekanizması ise Diyanet kurumu’dur. İbadet işlerini organize etmek için “Şeriye ve Evkaf Vekaleti”nin yerine ikame edilen bu kurum, hâlihazırda devletin resmi din tekeli durumundadır. Bu kurumun varlığı dahi “laikliğin”, içi boş ve lüzumsuz bir kavram olduğunun en büyük delilidir.

Din devlet ilişkileri, diyanet ve laiklik

Din, devlet, laiklik müzakereleri için tartışmaya açılması gereken ve son noktayı koymadan konuşulacak hususlar şunlardır:

1- Problemin kaynağı; devletin, hukuk, iktisat, eğitim, kültür ve sosyal hayat üzerindeki tasarruf tekelidir. Böyle bir “tekel” olduğu müddetçe din devleti, devlet dini ya da dinsiz devlet çözüm olmayacaktır. Daha doğrusu bu formüllerin her biri, onu savunan toplumsal kesimlerin devleti ele geçirip, geri kalana hükmetme mücadelesinin araçlarından biri olmaktan başka pratik bir anlama sahip değildir.

Sorunun esas çözümü, devleti Asr-ı Saadet’ten Osmanlı’ya kadar uygulandığı gibi -derece ve biçimi değişse de özü itibariyle- savunma ve toplumsal organizasyon düzeyine indirecek, alanını daraltacak ve ideolojiden arındıracak teknik bir aygıta dönüştürebilmektir. Böyle bir aygıtın da Müslüman bir toplumda, elbette ki yapacağı işlerde gerektiğinde İslam’ı veya talep olduğunda farklı inançtan insanların inanç hükümlerini referans alması tabii ve mümkün bir durumdur.

Devlet, tanrı değildir

2- “Laiklik” kavramı başta yasal zemin olmak üzere, her düzeyde gündem dışına çıkarılmalıdır. Bu kavram, yalnızca din düşmanlarının ve din simsarlarının kalkan olarak kullandığı ve gerçekte hiçbir şey ifade etmeyen bir fazlalıktır. Bu anlamda anti laiklik de lüzumsuz ve saptırıcı bir tuzaktır.

Sorunun kaynağı devletin de dinin de haddini aşan otoritesi, hükümranlığı, toplum üzerindeki baskısıdır. Dindar olmayanlar haklı olarak, devletin din veya dini referanslarla yönetilmesini istemez. Çünkü devlet otoritesi kullanılarak, herkesin her şeyine karışılabilir olduğu bir ülkede, sadece dine değil berberler odasına bile yetki-imkân verilse, kimin nasıl tıraş olacağına dair kanun çıkartmaya kalkışır.

Aynı şekilde dindarların da dinle bağını kesmiş bir devletten hep şüphe duyması, topluma dair alınan kararların inancıyla çelişip çelişmediğine dair sürekli bir endişe hissetmesi, geçmişteki tek parti dönemi baskılarını hafızasında saklayan toplum açısından, haklı ve doğru bir hassasiyettir. Bu nedenle batıcı ve muhafazakâr segmentlerin bir arada yaşaması ve devlet dolayımı ile birbirlerinin hak ve özgürlüklerine, müdahale edemez hale getirilmesi gerekir.

Laiklik, bunu sağlamadığı gibi yeni gerilim ve çatışmalara yol açmış, tartışmalı-şaibeli-lekeli bir kavramdır. Bu nedenle laiklikle murad edilen maksada en uygun olan ve aslında hem dini, hem devleti, hem toplumun her kesimini rahatlatacak olan formül, devleti sınırlamak, dini inançları toplumun doğal akışına bırakmak ve dini organizasyonları da etkin bir denetimle özerk sivil yapılara dönüştürmektir.

Esasen devletin sadece dini değil, insanların kimliklerini, dillerini, çocuklarını nasıl yetiştireceklerini belirleyen tanrısal yetkilerle donatılması en önemli sorundur.

Tanrısal ifadesi lafın gelişidir çünkü tanrı asla yarattıklarına karışmamakta, istemediğini yapanların karşılığını bile kendi uhdesine alarak, ölüm sonrasına havale etmektedir. Ama bugün devletler tanrıyı dahi aşarak, insanlara hükmetme yetki ve hakkını kendilerinde görmektedir. Bu anlamda gerçekten devletin tam demokratikleştirilmesi, hukukun üstünlüğünün temini ve toplumun doğal varoluşuyla kabul edip ona göre hizmet üretme mantığının yerleşmesi, bütün sorunların çözüm yoluna girmesini sağlayacak temel adımdır.

Aynı şekilde dinin de insanların her şeyine karışan, devlet işlerini tayin eden, ekonomiden sosyal politikalara kadar her konuda tartışılmaz kuralları olan bir olgu gibi anlaşılması başka bir sorundur. Din, devlet işlerine sadece adalet ve iyiliği üstün tutmayı önerir. İnsanlara ise kadim ahlaki nasihatleri vardır ve bunun dışında hiç kimse din adına başkasına bir şey dayatma, zorlama, icbar etme hakkına sahip değildir. Yani dinin doğasında böyle bir zorlama yoktur.

Ama dini ve dinselliği, başkasına hükmetme aracı olarak algılayan bir takım kişi veya grupların, bu yönde çabaları olabilir ki bunlar, tıpkı laiklik-Atatürkçülük-çağdaşlık adına insanlara ve devlete sürekli bir şeyler dayatan Kemalistler gibidir ve her ikisini de topluma-devlete musallat olmaktan men etmek, devletin görevi olmalıdır. Yani Atatürk, Türklük, çağdaşlık adına toplumu ve devleti bir kalıba sokmak isteyenle, kendi din anlayışı adına aynı şeyi yapmaya kalkan arasında bir fark yoktur. İkisi de haddini aşıp kendini topluma tanrı yapmaya kalkmaktadır ve ikisi de devlet adına suç, İslam adına haram işlemektedir.

Sonuçta insanların dini inancı, mezhebi, kılığı kıyafeti, dili, ibadetine karışmayan, karışmayı aklından bile geçirmeyen bir devlet telakkisi ile bu sorun çözülür. Aynı şekilde, din adına devlet işlerini tanzim etmeyi, topluma bir dindarlık biçimi dayatmayı aklından bile geçirmeyen bir dini telakki ve tabi kendi yaşam tarzını, ideolojisini, dünya görüşünü, sevdiği liderini, devlete ve topluma resmi ideoloji yapmayı aklından bile geçirmeyecek bir kemalist telakki oluşursa, bu sorun kökten çözülecektir.

Ama en önemlisi, öncelikle devletin kendini bu şekilde formatlamasıdır. Çünkü bu ülkede devlet, temel belirleyici ve örnek rol modelidir. Devleti ele geçirip başkasına hükmetme imkânı olmayınca, herkes kendi tanrısına, putuna evinde tapmayı öğrenecek, başkasına da taptırmanın gereksizliği nedeniyle bundan vazgeçecektir. Bu çerçevede laiklik kavramı bir çözümden çok, yanlış sorulara yanlış yerde cevap arama trajedisinden başka bir şey değildir.

Din, öcü değildir

3- Din, din kuralları, dini esaslar, dini değerler vb. kavramlar açık ve net bir anlama kavuşturulmalıdır. Özellikle dinle ilişkisi olmayan kesimler, bu kavramları bildikleri bütün olumsuzlukları ifade etmek için kullanmaktadır. Art niyetli ve kindar olanlar hariç, çoğunluğu da bilgisizlik ve şartlanmışlık gereği “dini kurallar” deyince sanki din ahlaksızlık, zulüm, cinayet, yolsuzluk vb. kötülükleri öneriyormuş gibi “devlete, siyasete karıştırmayalım” gibi beylik klişelerle konuşmaktadır.

Bu nedenle din’in doğru, açık ve kaynağına dayalı bir tebliğ ve eğitim yoluyla öğrenilmesi gerekmektedir. İnsanların “dini esaslar” deyince ne anladığı çok önemlidir. İslam düşmanlarının propagandaları sonucu, bu toplumda hatırı sayılır bir kesimin zihninde, din ve dini kurallar “insanlara baskı, kadının aşağılanması, el kol kafa kesme, çok evlilik, zorla örtünme, akıl ve bilim düşmanlığı vb.” klişeleri çağrıştırmaktadır. Bu nedenle, İslam’ın doğru kavranması ve öğrenilmesine ağırlık verilmeli ve art niyetli olmayan bu tür tepkilere anlayış gösterilmelidir. Yüzyıllık menfi propagandayla şartlanmış zihinlere, en iyi ilaç sert ve saldırgan tepkiler değil, ısrarlı, açık ve ikna edici bir tebliğ sürecidir.

Bunun aynısı muhafazakâr-dindar kesimler için de geçerlidir. Adil, doğru, iyi ve güzel işlerin, dine referans vermeden de yapılabileceğini, yani şekle değil öze bakabilmeyi, bu anlamda devletin veya batının veya bir yeniliğin İslami bir dil ve üslupla olmasa da, yaptığı her şeye hemen din dışı-dine karşı imiş gibi tepki vermenin, İslami olmadığını da kavramak gerekmektedir. Geleneksel alışkanlıkları terk etmeden ama bazı yeni bakış açıları edinerek, İslam’a uygun yaşanabileceği, yeniliklerin çoğunun buna engel olmadığı, yani artık din elden gidiyor kaygısının evham olduğu anlaşılmalıdır.

Bilim, sanat, akıl, felsefe, demokrasi, cumhuriyet, insan hakları, müzik, sinema, televizyon, tiyatro, kılık kıyafet vb. konularında aslında fiilen bunu anlamış olan toplum çoğunluğu zaten bu tür kaygılarını atmıştır. Ama din adına hareket eden bazı çevrelerin hâlâ modernlikle, akılla, bilimle, batıyla endişeli bir ilişkileri vardır. İtikat ve ibadetleri, temel İslami değerleri ve tarihsel kültürü ile İslam’ın özünde modernlikle bir sorunu olmadığı, sadece modernleşmenin doğrudan geleneksel dini algı ve kültürü zoraki değişime zorlaması nedeniyle, bir tepki verildiği anlaşılmalıdır. Bugün bu batılılaşma serüveninin sonuna gelinmiştir ve artık 19. ve 20. yüzyılın bu çelişkileri anlamsızlaşmıştır.

Artık son derece modern eğitim alıp kentlerde yaşayan ve modern mesleklerle iştigal eden, ama gayet dindar ve hatta İslamcı bir insan tipi var. Yani demek ki kaygılanacak bir şey yoktur. Aksine artık küresel modernleşmeye ve post modern sürece eleştirel katkı sunacak, daha ötesini düşünecek, tartışacak, üretecek ve bunu İslam’ın özüyle çelişmeden, daha doğrusu çeliştiği kaygısı yaşamadan yapacak yeni bir nesil gelmektedir. Bu bağlamda, muhafazakâr/İslamcı kaygılarla batıcı/laik kaygıların her ikisi de eşit derecede boşa düşmüştür ve artık topyekûn bir demokratikleşme, hukuk devleti, adil bir düzen, gelişmiş üretken ekonomi, evrensel kültür üretimi, örnek bir bireysel-toplumsal etik, estetik ve sanat üretme çabasına yönelmek gerekmektedir. Toplum, geçmişte kalmış yapay çatışmalardan yorulmuştur ve bunları daha fazla uzatıp, gelecek nesillerin sırtına yüklemenin de anlamı yoktur.

Diyanet, Din değildir

4- Diyanet İşleri Başkanlığı, hâlihazırdaki durum göz önüne alınarak özerkleştirilmelidir. Tamamen siyasetin müdahalesinden arındırılmalı ve teknik bir organizasyona dönüştürülmelidir. Bütçesi de halkın gönüllü vergileri ve bağışlarına dayanmalı, ayrıca alanıyla ilgili faaliyetlerin yürütüldüğü bir “vakıf” müessesesi haline gelmelidir.

Ehil ve liyakatli âlimlerden oluşan bir yönetim mekanizması olmalı ve bu da kesinlikle seçime dayalı olarak oluşmalıdır. Faaliyetleri, camilerin organizasyonu, eski eserlerin muhafazası, yeni cami yapımı, İslami eğitim, yayın vb. ile sınırlandırılmalı, vaaz ve hutbeler merkezi bir çerçeve içerisinde denetimle imamların inisiyatifine bırakılmalıdır. Camiler devlet dairesi görünümünden çıkarılmalı ve halkın doğal merkezi mekânlarına dönüşmelidir. Her caminin yanına kütüphane ve mesleki kurslar açılmalı, cami yanlarında ve altlarında ticari işletmeler olmamalıdır. Bununla birlikte Diyanet kurumunun; mezhebi, fikri ya da siyasi görüşlerin çatıştığı, camilerin paylaşıldığı, dinin parçalandığı bir pozisyona çekilmesine de müsaade edilmemelidir. Diyanet kurumunun en önemli işlevlerinden biri de, bunu engelleyecek bir objektif ve liyakatli kadro oluşturmak ve etkin denetim olmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı ne içtihat/fetva makamı ne de en doğru İslam’ı temsil etme makamı değildir, olmamalıdır. Dini sorular, alanında uzman âlimlerin inisiyatifindedir. Yani isteyen istediği âlime fetva veya içtihadını sorup, sorularına cevap bulabilmelidir. Bu işler devlet memurlarının görevi olmamalıdır. En doğru en hakiki İslam diye bir şey yoktur. Her insan kendi sosyolojisi, habitatı, psikolojisi ve kapasitesine göre İslam’ı algılar ve yaşar. Başkasına zarar vermediği sürece her tür İslami yorum ve pratik, toplumun doğal inisiyatifine bırakılmalıdır.

İnsanları dini duygularla kandıran, cinci, üfürükçü, sahte din adamı, şeyh vb. varsa zaten toplum onu, doğal yöntemlerle elimine edecektir. Hiç kimse bu toplumu aptal veya kandırılmaya müsait bir yığın olarak görmemelidir. Bu tür istismarcıların gerçek yüzü bir şekilde ortaya çıkmakta ve toplum, mahalle, şehir anında tavır alıp o istismarı cezalandırmaktadır. Devlet etkin bir denetimle zaten işler bu noktaya gelmeden, ehil olmayan bu tür istismarcıların önüne geçecektir. Bu nedenle topluma tek doğru din sunmak asla devletin işi olamaz.

Hatta dini meselelerin bu şekilde toplumsal gerilimlere neden olmasının asıl nedeni, kemalizmin çağdaş bir İslam yaratma hevesidir. Devlet dinden elini çekmeli, dindarlar da din adına insanlara rabblik yapmaya kalkmanın şirk olduğunu idrak etmeli, yani devleti ele geçirip din adına hükmetmenin İslam’a aykırı olduğunu kavramalıdır.

Din-devlet ilişkileri ve laiklik gibi güncel konularda Müslümanların ortak tavrı, Kur’an ve sahih sünnete dayanarak konuşmak, adalet, hukuk düzeni, özgürlük ve ahlaktan yana olmak şeklinde tebarüz etmelidir. Sayıları az ama gürültüsü fazla olan, İslam düşmanı bir azınlıkla “din” kavgası verirken, yüzlerce yıldır din cahili kılınmış milyonlarca sıradan insanı uzaklaştırıcı, ürkütücü ve kafalarını karıştırıcı bir pozisyona düşülmemelidir.

Alevi Diyaneti

5- Alevi meşrepten vatandaşların ve diğer köklü dergahların da Diyanet benzeri bir organizasyonu olmalı ve bu özerk dini yapılar, bütçe ve denetim açısından bir bakanlıkla ilişkili olmalıdır. Bunun dışında Alevi vatandaşların cem evleri, ibadetleri, etkinliklerine devlet karışmamalıdır. Tarikatlar da aynı şekilde özgürce ve açık olarak faaliyetlerine devam edebilmeli, sadece denetim ve liyakat sistemi olmalıdır.

İlahiyat fakülteleri ve İHL’ler 

6- İlahiyat Fakülteleri, bütün dinlerin ve mezheplerin öğretildiği, uzman akademisyenlerin yanında, hoca, müftü, şeyh ve dedelerin yetiştiği işlevsel okullara dönüşmelidir. İmam Hatip Liseleri, sadece imam ve hatip yetiştiren okullara dönüşmeli ve fazlası normal mesleki eğitim kurumları olarak devam etmelidir.  Alevi-Bektaşi meşrepli vatandaşlar için de isterlerse dede-baba yetiştiren liseler açılmalıdır.

Sonuç: Din de Devlette özgürlük ve adalet için vardır

Türkiye’nin esas sorunu dinle devletin nasıl ilişki kuracağı değil, yarı tanrı pozisyonuna getirilmiş bir devletin, keyfine göre yönetiliyor olmasıdır. Bu nedenle devletin tam demokratikleşmesi ve sınırlarının doğru çizilmesi, herkes için adalet, özgürlük ve hukuk talebiyle hareket etmek gerekir.

İslam’ın rahmeti ve bereketi, işte o zaman tecelli edecek ve bu toplum lüzumsuz kavgaların yerine, daha adil bir düzenin inşası için enerjisini seferber edebilecektir. Böyle bir duruş için, din-devlet ilişkisi gibi yapay bir problem yerine, devleti hak ettiği kısıtlı ve millete hizmet eden teknik aygıt pozisyonuna çekmek daha önemlidir. Zira Türkiye’nin esas sorunu budur. Bu sorunu çözünce; laiklik, Diyanet kurumu ve din-devlet ilişkisi, içinden çıkılamaz kavga nedenleri olmayacak ve her şey yerli yerine oturacaktır.

Hukuk, adalet ve özgürlüğün öne çıktığı bir toplumda, elbette tevhid ve ahlaka giden yol daha engelsiz hale gelecektir.

 

 

Leave a Reply