Açık Mektup: Cem Karaca; ‘Cemre’

Su başında durmuşsun
Su akar sen bakarsın
duruşun mağrur da
bakışın mahzun..
yüreğinden fışkıran
bir şey var dilinin ucunda
yüreğin cesur da
dillerin yorgun
yüz yaşında bir çocuk gibisin
kırmızı uçurtması
hep ağaçlara takılmış
tüketilen tek gençlik..
orda yalnız değilsin
yaşanmış, ve asla utanılmamış..”
68’lilerin türküsü, Cem Karaca

Sevgili Cem Karaca,
Vasiyetin üzere, seni asıl yurduna alkışlarla değil, tekbirlerle uğurladık. Eşin, dostun, sevenlerin gerçekten üzüldü.
Cem’i kaybetmiştik. Cem yoktu artık ve Cem’i cümlemiz bir fire daha vermişti. Cem’re, toprağa düşmüştü.
Timsah gözyaşları da eksik değildi tabi. Adet üzere akıtıldı yine. Ekmeğini düşmanlıktan çıkartan bir hayli eski dinleyicin, yaşarken “dönek, satılmış, faşist ve gerici işbirlikçisi” diyen ağızlarını lütfen(!) üzüntüyle açtılar işte… Yine de, Tanrıyla kavgalarını hala bitirememiş olanlar için, o son dakikada ‘beni alkışla değil, tekbirle gömün’ diyerek attığın muhteşem tokatın etkisi üzerlerindeydi.
“.. buz gibi bir neşter darbesi, senin bu ihanetin /
sımsıcak kanayan yaramı yarar da, diri diri, deşerde geçer /
gözlerim sanki patlamış kan çıbanları /
akan göz yaşlarım değil, adeta kanlı bir irin gibidir /….”(C. Karaca-Deşer de geçer)

Sevgili Üstad, aslında senin de çok iyi bildiğin ve değişik vesilelerle ifade ettiğin gibi, bizim Sol, ‘din’ üst başlığı altında, aslında Milletle kavgalı bir geleneğe sahip. Bu kavganın mantıklı bir nedeni var mı, diye, bir dönem bayağı düşünmüştüm.
Sonra, Sol’un hemen bütün fraksiyonlarının ve tabii-güya-sosyal demokrasinin-, ya Kemalizm’e ve Kemalizm üzerinden devletin bir kapısına veya Avrupa’ya, Avrupa’nın farklı kapılarına çıkan bir güzergahtan ibaret olduğunu görüp, ne yalan söyleyeyim bayağı ürkmüştüm. Sadece sol için değildi bu ürküntü, bu ülke için, hepimiz içindi. O günden beridir, Sol’u okumayı, izlemeyi, dinlemeyi bıraktım. Giderayak attığın tokat’a tepki gösteren ya da şaşıranları gördükçe, aklıma şairin dizelerinden mülhem bir cümle geliyor; Ey Türk Solu ve ‘güya’ solcuları, dine karşı olsanız n’olur, saygılı olsanız n’olur. Milletle kavga etseniz ne çıkar, etmeseniz ne çıkar? Siz hiçbirşey bile değilsiniz!

Sevgili Cem,
Yanlış anlama, sözüm ‘sahte Sol’ için. Gerçek bir sol’un, Tanrı’yla değil, ‘Tanrı pozu takınan’larla kavga etmesi gerektiğini sende biliyorsun. İnsanı kullaştıran, emeğini, alın terini, ruhunu, bedenini tahakküm altına alan her tür düzene itiraz etmek değilse, nedir ki, Sol? Sınıfsız, sömürüsüz, özgür ve eşit bir dünya özleminin, ‘insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir’ diyen bir öğretinin, halkına, tarihine, coğrafyasına bu kadar yabancı, bu kadar düşman olmasını nasıl anlamak gerekir? Bizim Sol, işte bu garabeti başarmış, bu ‘Sol olmayan Sol’ türünü icat etmişti. Bu ‘Sol’un nesini ciddiye alalım ki?
Yabancılaşmanın başlangıç noktası ve özü, Müslümanlığa karşı alerjiydi. Peki, neden kaynaklanıyordu ‘Din’den
bunca hazımsızlık? Anadolu’nun Müslümanlaşmasına dönük geç kalmış bir tarihsel tepki miydi? Şaman Türkmen’in,
Zerdüşt Kürt’ün, dönme gayrı müslimlerin, imtiyazları ellerinden alınmış levantenlerin, Galata’nın, Pera’nın, Nişantaşı’nın, ‘gavur İzmir’in ortak bilinçaltının sol görünümde patlaması mı? Bu hiçte doğal olmayan tutumun biyo-politiği neydi? Neden, 1960’lı yılların ortalarına kadar süren İslam ve Sosyalizm tartışmaları bıçak gibi kesilmiş, yerine Pozitivist-Darwinist bir teoloji moda olmuştu? Bu keskin dönüşümde, Türkiye’nin en büyük otomotiv, ilaç ve finans tekellerinin bu sahte sol yolun açılmasına verdiği dolaylı desteğin rolü var mıydı? Ve bu ‘sol’ içinde yetişen kuşaklardan, Anadolu kökenli fukara çocukların darbelerle unufak edilişi, ‘secereli’ ailelerden gelenlerin ise devşirilerek önemli adamlar yapılması, bir tesadüften mi ibaretti?

Cem Baba,
Peki, giderayak attığın tokat sadece ‘sol’a mıydı? Sanmıyorum. Vasiyetinden dolayı, seni alkışlayanlara ne demeli? Yukardaki soruları tersinden ‘Sağ’ içinde sorabiliriz. Neden bu toprakların ‘kimya’sı olan İslam, üstelik özünün, aslının adalet olduğu bu din, sağ’ın, yani statükoculuğun, güce tapmanın, ikiyüzlülüğün ve Amerikancılığın manevi dinamiği haline gelmişti? Neden, her tür yeniliğe ve ilericiliğe karşı çıkmanın, bağnazlığın ve yobazlığın en güçlü malzemesi ve dili olabilmişti? Ve bu Sağ’dan neden büyük bilim adamları, sanatçılar, aydınlar çıkmaz da, bolca demagog, simsar, cerbeze tellalı ve ‘zübük’ politikacı tipleri çıkmaktaydı?
Toplumun neredeyse tek kültür ve uygarlık membaı olan bir ‘din’in, ilericiliğin düşmanı ve gericiliğin deposu haline
gelmesini nasıl izah etmek gerekir? Bunda Emevi’liğin, Osmanlı’nın rolü nedir? Hamidizm’in Pan-İslamcılığının payı ne kadardır? İngiltere ve Almanya’nın İslam siyasetlerinin etkisi olmuş mudur? Cumhuriyetin kuruluş ve yerleşme sürecinde sonu hesap edilmemiş bazı icraatların katkısı ne kadardır?
Tüm bu sorular, Sol ve Sağ başlığı altında, aslında bu ülkenin ve hepimizin ortak gerçeğini sorgulamaya dönük. Bu
manada din ve dine karşı tutum, bir şifre hükmündedir. Sorun, din bağlamında alınan pozisyonların ideolojik ve politik sonuçlarının da çok ötesinde, bizatihi toplumsal var oluşumuz, kimliğimiz, teoloji ve politika ilişkisi, devlet, kültür ve uygarlık gibi daha üst başlıklar altında ele alınması gereken bir öneme haiz.

İşte Cem Baba, giderayak attığın tokat, bu derin ve önemli soruların tüm muhataplarınaydı aslında. Sen, sahte solcuların kınamalarına da, sağcıların vasiyetini alkışlamalarına da bakma. Her iki tarafta, segmenter karakteri gereği, bu vasiyetini anlamaya çalışmayacak. Bunun üzerinde bir saniye bile düşünmeyi denemeyecek. Sağ, Sol’a atılmış soldan bir tokatın hazzıyla kendine pay çıkaracak. Sahte Sol, ‘aslında biz dinle kavgalı değiliz, ninelerimizin başörtüsüne hiç karışmamıştık ki’ tavrından başlayıp, ‘Şeriatçı gericilik, Cem’i bile etkiledi, şeriata karşı mücadelenin ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı’ya kadar değişen bakış çapıyla aynı çukurun içinde dönmeyi sürdürecek.
Dindar kesimler senin vasiyetini alkışladı, öyle mi? Onlara sor bakalım, cemaat evlerinde, yurtlarında seni dinledikleri için kaç öğrenciyi kovmuşlardı? Sor bakalım, onlara göre müzik haram, söyleyende dinleyen de şeytan değil miydi?
Sor bakalım, eğer vasiyetin böyle olmasaydı, seni yine sahiplenmeye kalkarlar mıydı? Sor bakalım, o herkesi sınava soktukları imanın şartı ne zaman ‘ölürken tekbirle uğurlanmak’ şeklinde ‘bir’e inmiş?
Seni, sanatını, şarkılarını, müziğini, trajedini, var oluş sancılarını, ‘tamirci çırağını’, ‘sevda kuşun kanadında’yı bilmeyen, iman’ı buralarda aramayan, senin bir ömür boyudur her şarkında ‘Allahu Ekber’ dediğinden habersiz bu “ikiyüzlü takım”, vasiyetini alkışladı, ha!
Vah başımıza gelene bak, Cem Baba, söyle onlara, o sahte solcuya, o sahte dindara, o sahte milliyetçiye, söyle hepsine, ‘ben bu tokatı hepinize atmıştım, ey simsarlar, aymazlar sürüsü’, de. Söyle onlara, ‘o gençliklerini çaldığınız, birbirine düşürdüğünüz, anlamsız kavgalara sürdüğünüz gençliğeydi benim vasiyetim, çocuklarımızaydı, geleceğimizeydi, yarın tekrar sizin gibilere kanmasınlar, yine birbirlerini, ‘Türk’ diye, ‘Kürt’ diye, ‘Laik’ diye, ‘Şeriatçı’ diye, ‘Alevi-Sünni’ diye boğazlamasınlar diye Allahuekber istedim’, de. Allah’ı olmayanın adaleti olmaz, özgürlüğü olmaz, eşitliği olmaz, Allah’ı olan paraya tapmaz, kavmine tapmaz, Amerika’ya tapmaz, de.
‘Anlayan anlamıştır’ de, Cem..

Babaerenler, ,
Sana dönek dedikleri zamanlar, mütemadiyen kendini savunmuş ve en son “döndümse memleketime döndüm” demiştin.
Bence de sen hiçbir zaman bir yoldan başka bir yola dönmedin. Kendi yolun, bu memleketin, milletin, ezilenlerin izinden tekrar kendine dönen bir yoldu ve sen bir halk ozanı olarak ve
bir derviş edasıyla bu yolda ve vatanın da dönüp duruyordun;

…Ülkem benim, garip hüzünler içinde öylece mahzun
Ülkem benim, boynunu asla bükme, bükme sakın o mağrur boynunu/
Ülkem benim, sana nasıl aşığım,
seviyorum seni, hiçbir şeyi sevmediğim gibi/
Memleketin, üzme asla canını, hangi geceyi gördün ki güneş doğmamış/
Memleketim, aldığımdan daha güzel vermezsem seni çoluk çocuğuma,
lanet olsun bana…/
Hele okudukça İstiklal harbini,
inan bana /” C. Karaca-Ülkem benim)

Peki o İstanbul hasretin, o yürek burkan daussılan;

-…”dur! Bırak! kaynasın kahvenin suyu /
bana İstanbul’u anlat, nasıldı?bana boğazı anlat nasıldı?/
haziran, titreyişlerle, kaçak yağmurlar yağardı/
yıkanmış, kurunur muydu yine o yeditepe/
ana şefkati gibi sıcak güneşte/
insanlar gülüyordu da, trende vapurda otobüste/
yalan da olsa hoşuma gidiyor be söyle/
..beyoğlu sırtlarından yasak gözlerinle bakıp/
köprüler sarayburnu minareler ve halice
deyiverdin mi bir merhaba gizlice/
Şimdi gel sarıl bana kınalım/gökkubbenin altında
orda da beraber/çok şükür diyerek yeniden
başlamanın hayali / hasretimin çölünde sanki bir pınar gibi/
hep kahır hep kahır hep kahır,
bıktım be..”(C.Karaca-Hep kahır)

Peki o ‘Beyaz Türkler’e, kendini İstanbul’un, memleketin sahibi zannedenlere, taşradan gelenlere ev sahibi aşağılayan sümüklü kibirlilere attığın şamar unutulur mu hiç? Bu ülkenin son bin yıllık temel diyalektiğine, yani seçkinlerle millet arasındaki o esas çelişkiye getirdiğin yorum, belki de seni,
yolunu ve vasiyetini özetleyen en çarpıcı parçalardan biriydi;

“..o gözlüklerinin arkasından bakıp, niçin ağlıyorsun?/
‘nerde o eski istanbul?’ diye, hayıflanıyorsun/
vallahi zor iş, çok zor iş/ bu doğup büyüdüğün şehirde/
böyle dımdızlak bir yabancı gibi kalmak/bir tabureye tüneyip akşamları/kadehlere boğulmak/
lakerda kokmuyor artık İstanbul şehri/ paskalya yumurtasıbile yok-şart mı ki-/
o eski bostanlar ağzına kadar blok apartman şimdi/
seninse dikili ağacın bile yok/
kaçırılan bir trenin ardından koşup/ yetişmeye takatin yok/
bir yeni sahibi var artık bu şehrin, anlasana/kimselerden
korkusu yok/
duvara astığın o çorapların sahibi geldi/
altına aldığın o kilimlerin sahibi geldi/
sen, ülkedeki halkım, savaştaki askerim/
ekinim ve ekmeğimsin/sen üretenimsin/
birisi söylemişti hatta bir zamanlar/sen efendimsin/
ve bu bizans eskisi şehir/ve bu bizans eskileri utansın/
kendi kimliksizliklerine/
siz! uğruna neler çektiklerimiz/
bana göre vallahi hoşgeldiniz!..” (C.Karaca-Sahibi geldi)

Evet, Cem Baba, her biri bir destan olan şarkılar, türküler… Pir Sultan’dan, Dadaloğlu’ndan, Karacaoğlan’dan esintiler… 60’lardan, 70’lerden, 80’lerden izler, sevdadan, hasretten, kavgadan, kederden, senden, benden, bizden senfoniler… Ve ‘Resimdeki gözyaşları, 33 Kurşun, Töre, Çok Yorgunum, Oğluma, İşte geldik gidiyoruz, Parka, Tamirci çırağı, İşçi marşı, O Leyli, Bidanem, Deşer de geçer, Kerkük zindanı, Yolumuz gurbete düştü, Hep kahır, Hasret, Yarım porsiyon aydınlık, Ceviz ağacı, Ülkem benim, Rap diye, Yiyin efendiler, Yoksulluk kader olamaz ve 68’lilerin Türküsü, ve Allah Yar, ve Sevda kuşun kanadında.’ ve daha nice türküler, şarkılar… Tepeden tırnağa
bu ülke, bu toprak, bizim insanımız, başından sonuna kadar memleket, derinlerde ruhuyla, özüyle, özlemiyle ‘Allah’.. O büyük yalnızlık, o muhteşem rahmet, o suskun ışık… Ve aşkıyla, hasretiyle, kavgasıyla, acısıyla, sevinciyle, hüznüyle, her şeyiyle ‘Biz’.. O, içimizdekilerin parçalayıp parçalayıp tapulamaya çalıştığı, bir türlü anlayamadığı, bir türlü göremediği bizim çığlığımız..
Ve Cem; bedeni Osmanlı, ruhu Anadolu, kalbi Kerem gibi, o ‘büyük Ülke’mizin heybetli sesi,

“..paslanmış demir bir kapı
açılır/küf tutmuş kilitler gıcırdarken/ ta karanlıklar içinde birden/ bir türkü gibi yükselirsin sen/ fısıldarım sana yıllarca içimdebiriken/ söyleyemediğim ateşten kelimeleri/ şuuraltım patlamış
bir bomba gibi/ saçar ortalığa zamanın/ ağaran saçın toz toprağını/ bana ne Paris’ten New York’tan Londra’dan Moskova’dan Pekin’den/ senin yanında bütün türedi uygarlıklar umurumda mı/ sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu/ geceme gündüzüme/
gözlerin Lale Devri’nden bir pencere/ ellerin Baki’den Nefî’den
Şeyh Galib’den/ kucağıma dökülen altın leylak..” (Sezai Karakoç-Sürgün ülkeden..)

Ve Cem, gençliğimize düşen cemre, çocuklarımıza düşen miras “..ölüm geliyor aklıma birden ölüm/ bir ağacın gölgesine sarılıyorum..” (Cemal Süreya)

Ve Cem, o rindâne yürek, o bîperva ses, o patlayıp duran
delişmen yıldız..”..gel kalbimi saat yap odamıza/ saatin içine kutsal sözler yaz/ güneş yap aşka güzel ölümleri, uslu ölümleri..”(Sezai Karakoç)

Ve Cem, ey sönmeyen azer, esrik azeri,

“..içi ölümle dolu/dönen bir huni/ doğarken güneş/ kesilmiş ölü yüzlerden/ bir mozaik minyatürlerden/ dokunur tenimize/ soğuk bir azrail ürpertisiyle ay/ ve birden senin sesin gelir dört yandan/ menekşe kokulu sütunlardan/ komşu dağlardaki nergislerden, leylaklardan..”(Sezai Karakoç-Sürgün ülkeden)

Ey yalnız Ozan, Bektaşi’nin son nefesi, çilen bizim çilemiz, sevdan sevdamız, imanın imanımızdı. Bilemiyorum, belki de, tam vaktinde gittin… Ama sen, siz, bu toprağın haysiyetli evlatları; sizler birer birer çekip gittikçe eksiliyoruz, biliyor musun. Yalnızlaşıyoruz iyice, yetimleşiyoruz. Üstelik yine başka tanrılar sarmışken etrafımızı, yine ‘buzağıya’ tapmaya koşmuşken sahte müminler, yine eşkıya sarmışken devletimizi, yine leş kargaları doluşmuşken topraklarımıza ve yine inziva niyetine birbirimizden ve öfkemizden ve hasretimizden ve kavgamızdan başka sığınaklarımız kalmamışken, yine milletimiz ve insanlık sahipsizken, puslu ve karanlık bir gece çökmüşken dünyamıza, kaçıp gittin ya, alacağın olsun.
Ey sesimiz, sözümüz, sazımız, ey Cem’remiz, Göğümüze düştün, suyumuza düştün ve en son toprağımıza da düştün..
Bahar mıdır şimdi bizi bekleyen, hazan mı, zemheri mi? Söyle Cem… Şimdi bizi bekleyen nedir?
“..neden çarçabuk çekip gittin, göremeden söküldüğünü şafağın/
gidişin dilsiz bir can olurda, asılıverir yüreğine insanın..”

Hoşça kal, Cem Baba… Allah’ın rahmeti üzerine olsun..

Kaynak: Açık Mektuplar-Ahmet Özcan, Yarın yay.

Leave a Reply