‘Esastan ve Usulden’ Büyü bozmak

Türkiye’nin AB üyelik süreci ve ABD ile ilişkileri, anlamlı ve kapsamlı bir siyasetin ürünü olarak değil, siyasetsizliğin ve kafa karışıklığının sonucu olarak görülmelidir. Soğuk Savaş yılları boyunca Batı kampının güneydoğu kanadı olmaya kilitlenen Türk siyasal ufkunun, bu noktadan bir milim bile öteye geçemediği son yirmi yılda ortaya çıkmıştır.
Sözde muhalif ve alternatif bir gelenekten gelen yeni siyasetçi esnafının ise, bu muhalefetini değil de, bugüne kadar gizliden gizliye özenerek, imrenerek ve kompleksle baktığı bilinçaltındaki hakim olana öykünme tarzını yol belleyip, bunun dışında bir ufuk ve projeye sahip olduğunu söylemek zordur. Soğuk Savaş’ın ve daha genelde Kemalizmin fidelediği ve ağırlıklı olarak sol kökenli aydınlar ise, tabii olarak ideolojik mayalarının nihai kıvamına ererek çağdaşlık dedikleri şehvetli bir Batıcılıkta demir atmıştır.
Türkiye’nin farklı ufku, ütopyası ve proje arayışı olan eliti kalmamıştır.
Yaşadığımız süreç, özel olarak, Tanzimatla başlayan Cumhuriyetle devam eden Anglo-Sakson dünyayla stratejik ittifak, genel olarak Batı’yla entegrasyon ve zamana yayılmış derinlemesine kimlik değişimi siyasetinin güncellenmesinden başka bir özelliğe sahip değildir. Bu nedenle, her iktidara gelenin adeta ‘ikna odalarına’ sokulup sözde devletin âli gerçekleri diye bu tarihsel siyasete koşullanmasını, IMF’den
NATO’ya, AB müktesebatından yabancı sermaye transferlerine kadar, olan biten her güncelleme faaliyetinin son yüz elli yıl içindeki benzerlerini bulmaları, bir tür dejavu yaşamaları şaşırtıcı değildir. Arada bir Rusya veya Çin’le yakınlaşma çabası bile aslında y batıya şantaj veya batılı bir gücün misal İngiltere’nin itmesi nedeniyledir. Ki zaten Rusya ve Çin, Britanya imparatorluğunun Asya plantasyonlarıdır.

Sorunların esas kaynağı, bir manada Müslüman dünyanın modernleşme ile ilişkisinde yatar. Ama bir de aktüel nedenler vardır: Millet, yani bu toprakların mayasında büyümüş toplumsallık, mayası ile dışarısı arasındaki her gerilimde önce refleksif tepkiler verip sonra şehvetli teslimiyete varan elit davranışını kanıksamıştır. Neredeyse 200 yıldır bu topraklar, irfanı, cesareti ve hayalleriyle var olan dünyaya meydan okuyan önderler çıkartamamış, sadece rolünü iyi oynayan ya da pazarlıkta daha fazlasını kopartabilen liderler çıkmıştır.
Müslüman dünya, diğer Batı dışı dünya kadar ve onlar gibi, modernleşmenin künhüne vakıf olup onu dönüştürecek, tehdit olmaktan çıkartıp bir iç rönesans imkânına yönlendirecek teorik ve pratik çözümler bulamamıştır. Belki bu, İranlı düşünür Daryush Shayegan’ın tabiriyle, ‘iki farklı bilgi bloku arasındaki derin çatlağa’ düşmüşlüğün, oradan her şeye bakıyor olmanın imkânsızlığıdır. Belki de, çalıyı dolaşmanın kapitalizmle boğuşmaktan yeğ tutulduğu bize özgü pragmatizmin sonucudur. Sonuçta, bu durum, en azından son yüz yıldır, Batı’yla en sert dövüşenlerin en sahici Batıcı olmalarının ikna edici nedenlerini aramamızı zorunlu kılmaktadır.
Yeni Osmanlılar, Jöntürkler, İttihatçılar, Cumhuriyet kadroları, Demokrat Parti ve devamı siyasetler… Hepsi, bahsedilen derin çatlakta çalıyı dolaşma trajedisinin farklı üsluplarıdır. Ve esas soruna dair esaslı çözümlerin dili hâlâ sahipsizdir.
Şimdi sorunu esastan koyalım: Modernleşme, kapitalizmi de Batı’yı da, Avrupa’yı da içeren, ama onlardan daha çaplı büyük bir tarihsel dönüşümün adıdır. Özü, tarımsal çağı, doğaya bağımlı yaşam tarzını ve insanın kendisiyle doğa üzerinden kurduğu tüm ilişki biçimlerini aşma çabasıdır. Bunu ne kadar gerçekleştirdiği tartışma konusudur. Bunun doğruluğu yanlışlığı da öyle. Ama görünen odur ki, insanlık, Batı’yı mekân edinerek ve bir yığın sınıfsal, dinsel, etnik ve siyasi faktörün de itmesiyle sonuçlarını yönetemediği bir kapsamlı dönüşüm sürecinin içine girmiştir. Daha önce olmayan, düşünülmemiş olan ve yapılmamış olan bir dizi şey, zincirleme bir mekanizmanın boşalması gibi hayatı, insanı, bilgisini ve dünyasını değişime zorlamıştır.
İnsanoğlu, doğanın parçası olduğu dönemlerde Animizmi, yani doğanın bir canlı ana olarak tasavvurunu üretmişti. Totem, fetiş, tabu, ruh, cin, şeytan, melek, tanrı, iyi, kötü her şey, bu doğa ananın kucağında doğa ile anti doğa arasındaki savaşın kavramları olarak mana buluyordu. Animizm, insanı bir yaprak ya da bir kaya parçasıyla eş tutan ilkel zihnin teolojisiydi.
Tarımsal çağlar, doğanın eril güçle işlenmesi demekti. Yani artık doğa, bilgiyi de eril bir faaliyet olarak alırsak, güç kullanarak yaşamsal imkânları artırmanın mümkün olduğu dışsal bir mekan olarak tasarlanıyordu. Toprağın işlenmesi, hasat, suların bentler yoluyla kullanımı, madenlerin aletlere dönüştürülmesi… Tüm bunlar, insanı doğanın içinde ama farklı bir özne olarak kavramanın teolojisini üretti. Paganizm, işte bu farklılığı sağlayan tüm eril faktörlerin tanrılaştırılması manasında tarımsal çağların teolojisi olarak gelişti. Ama esas kuramsal çerçevesi, animizmdi. Paganizm, animizmin bir düzey yukardaki yerleşik hayata uygun biçimiydi. Pagan teoloji de eşya ve olayları fetişleştiriyor, yaşamsal nedenlerden dinsellik türetiyordu. Bu dinsellik, devletin, hukukun ve ahlâkın karakterini de belirliyordu.

Moderneşme, tıpkı paganizmin göçebe animizmi içererek aşması gibi, daha rafine bir sentezin üzerinde yükseldi. Animist-pagan sentezi, kapitalizmle somutlaştı ve iş, çalışmak, üretim, para, kredi gibi birçok fetişe yaslanarak büyüdü. Kapitalizmin, animist-pagan geleneklerden Hıristiyanlığa rağmen hâlâ kopamamış toplumlarda kolayca kök salması tesadüf değildir.
Bütün bu evrensel sürecin anti tezi, tevhid teolojisidir. Animizmi ve paganizmi Tek olan, eşi benzeri olmayan, en önemlisi doğada ve doğa olmayan bir üst tanrı telakkisi ile ve insanı da onun en üstün mahluku yaparak parçalayan tevhid teolojisi, yaşanan bütün sosyo ekonomik ve politik devrimlerin temeliydi. İnsanın şeref kazanması, doğadan bağımsız bir töz idrakiyle özne halinde tasavvur edilmesi, Tanrı’nın insanla birlikte yürüyen bir dost olarak tanımlanması, tevhid teolojisinin animist-pagan zihinlerde yarattığı niteliksel devrimle doğa ve insana dönük değişimleri sağlamıştı. İbrahimi gelenek olarak tanımlanan tevhid, insanı ortaya çıkartıp hem doğanın hem de kendi yarattıklarının efendisi kılmanın yolunu gösteriyordu. Mezopotamya-Akdeniz havzasındaki bu büyük devrimin, Zerdüştlük, Musevilik, İsevilik ve İslam’la nihayet bulan yenilenme hamleleri, insanlığın tözsel varlığını koruyarak bugünlere gelmesinin asli nedenidir.

Yaşadığımız topraklar, işte bu büyük devrimi defalarca yaşadığı içindir ki, kapitalizm bütün çabalara rağmen asıl yurdundaki kadar doğal ve içsel bir olgu halinde yerleşememektedir. Modernleşme, bu manada, ilk doğuşu itibariyle, Batı’daki animist-pagan geleneğin tevhidle sentezlenmiş biçimi olan kurumsal Hıristiyanlığa karşı, insanın ortaya çıkma çabasıydı.
Batı, Mezopotamya- Akdeniz tevhidciliğinin de etkisiyle, kendi içerisinde ortaçağını aşmak, Kilisenin eril tahakkümünün dışında bir yaşam kurma isteğinin dışavurumu gibiydi. Batı, birey, akıl ve değişim kavramlarını çok sonraları, paradoksal biçimde yeni pagan totemlere dönüştürecekti.
Modernleşmenin Batı’daki gelişimi, bilimsel-teknolojik devrimler, dinsel reform talepleri, ekonomik serbest ticaret ve üretim çabası, köylülüğün aşılarak kentlerin inşası, özgür düşünce ve sanat olarak özetlenen karakteristik nitelikleri, tıpkı yerleşik tarımsal yaşama geçiş sürecinde toprak rantı, özel mülkiyet ve sınıfsal ayrımların ortaya çıkışı gibi, kendi sonuçlarını üretti. Üstelik, önemli ölçüde bu sürecin istismarına dayalı son derece planlı ve kontrollü çabalarla, yeni sınıf olan burjuvazinin ortaya çıkan bütün hasılayı devşirdiği
politik manipülasyonlarla sanıldığı gibi, Batı ve kapitalizm tarihi, doğal bir süreç değildir, her kritik aşamasında müdahale edilerek belirli bir düzene oturtulmuştur.
Modernleşmenin, kapitalizme dönüşmesi, şüphesiz iç ve dış sömürü sayesindedir. Kapitalizm, tarımsal hegemonyacılığın mirasını kolonyalizm olarak sürdürmüş, pagan imparatorluk geleneğine yaslanarak insanı yeniden doğanın iradesiz bir parçasına dönüştüren animist-pagan köleciliği modern biçimlerle yeniden üretmiştir.

Kapitalizmin gelişimi, tarihte var olmayan birçok topluluğun, daha doğrusu uzun bin yıllar boyunca henüz insanlaşmamış beşer düzeyinde uygarlığı seyreden kabile ve aşiretlerin tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır. Bu dinamik, kapitalizmin vahşi, vicdansız ve soğuk anti-insan yanının sosyolojik mayasıdır. İngiltere, Fransa, Hollanda, Amerika, İtalya, Almanya… Tüm Batılı toplumların en uzun geçmişi, bin yıllıktır. Asya’nın, Afrika’nın, Mezopotamya’nın on bin yıllık tarihini ancak seyredebilmiş olan bu toplumların kapitalizm sayesinde yükselişi, tarihte söz alması ve bütün uygarlık birikimini çarçabuk ve hoyratça tüketme iştahının kaynağı budur.
İnsanlık, kapitalizm sayesinde sadece ekonomi-politik bir çöküş ve travma yaşamamakta, aynı zamanda göçebeliğin uygarlığı tüketmesi, geç kalmış etnogenezlerin insanlıktan rövanş alması ve animist-pagan inanç ve yaşam tarzının İbrahimi gelenekten intikam alışı gibi birçok mana daha içermektedir. Kapitalist yaşam tarzı, animist fetişçilik, marka düşkünlüğü, paraya tapma, kölece çalışma, beşeri tahakküm arzusu, açlık ve ölüme karşı gündelik yaşamın tanrılaştırılması gibi bütün ilkel inanç ve yaşam tarzının özelliklerini taşır. Toplu dans ve eğlence, abartılı gösteri sanatları, aşırı ve gereksiz iletişim araçlarının yaygınlaşması, kalabalık kentler, doğanın her bir köşesini fethetme, soyma ve değiştirme hırsı…
Neresinden alırsak alalım, kapitalist Batılı kabileler, modern devlet ve toplum görüntüsü altında insanlığın beşer yanının, ilkel animist ve pagan çağlarının gerilerden gelerek hızla insanlığın üzerine çullanmasını temsil etmektedirler.
Batı dışı dünya, bütün bu sürecin içinden özenle kapitalizmi ayıklayabildiği kadar ayıklayıp, modernleşme olarak tanımladığımız daha fazla özgürleşme, akıl ve idrakini kullanma, bu araçlarla sorunlarını çözme ve daha insanca bir yaşama kavuşma çabasını göstermektedirler. Bu manada sosyalizm, deneyimi başarısız ama bu niyeti içeren bir Doğu modernleşmesi denemesi olarak okunabilir. Sosyalizmin başarısızlığı, modernleşmeyi bütün eski kadim bilgelikten koparak gerçekten yeni bir tarihsel dönem olarak algılama yanlışlığından kaynaklanıyordu. Oysa modernlik, Mezopotamya’nın bin yıllar boyu yaşadığı uygarlaşma denemelerinin Avrupadaki taklidinden başka bir şey değildir. Modern olan, yani yeni olan tek şey, onun şimdi ve orada yaşanıyor oluşu, kendine özgü yeni araçlarla sahneye çıkışıydı. Teknolojinin büyüsü, maalesef hâlâ Batı dışı dünyayı bir Şaman ayini etkisiyle uyuşturmaya devam etmektedir.
Hegel, modernliği tarihin ve doğanın büyüsünün bozulması olarak tarif etmişti. Gerçekten Batılı kabileler, Keltler, Germenler, Angıllar, Saksonlar, Brotonlar, Flamanlar, Normanlar için modernlik, ilkel animist-pagan büyüleri bozan bir tesir yaratarak ilerlemişti. Ta ki, yeni sınıf olarak burjuvazi, Doğu’yla ticaretten öğrendiği tarihin ve uygarlığın cilveli yasalarını kullanıp bütün atılımları aristokrasiden devraldığı sınıfsal tahakküm kültürü içinde Batılı topluluklara yutturana kadar.
Şimdi asıl büyüyü, bu animist-pagan kapitalizm büyüsünü bozmanın adı olarak yeniden modernleşmeden bahsedebiliriz. Gerçek modernlik, artık kapitalizmin tahakküm biçimlerinin güdükleştirdiği insanı ergenliğe yeniden kavuşturacak akıl devrimi ile mümkündür. İnsanların ortak doğa kaynaklarını akıl yoluyla emek ve paylaşma düzeni içinde kullanması dururken, bu azgın rekabet, ihtiras, imtiyaz ve tahakküm düzenine karşı büyü bozacak tek silah, yine tevhid teolojisi ve politiğidir.
Bugün, küreselleşme programı olarak dayatılan ve özünde tefeciliğin evrenselleşerek tüm insanları kendine çalışan köleler haline dönüştürecek olan sürecin paralelinde ilkel büyücülük, new age heretik dincilikler, animist-pagan ayinlere benzeyen eğlence kültürü ve bol fetişin yaygınlaşması tesadüf değildir. Hangi teopolitik idrak egemense onun kültürü yayılır. Bugün egemen olan, zora ve akıldışılığa dayalı animist-pagan tefeci kültürüdür.
Tevhid, insana, akla, barışa ve ahlâka dayanır. Beşerin insanlaşmasını temin eder. Tanrı- doğa ve insan arasındaki dengeyi, sınırları, manayı geliştirir. İnsana ölçü verir, ölçülü olmayı öğretir, izan, mizan, idrak ve adaleti bir hedef olarak koyar. Bugün var olan sürece karşı itiraz edecek tek dinamik, işte bu teopolitik düzeyden yola çıkmalıdır. Basit ekonomik reçeteler, stratejik alternatifler, sözümona ideolojik çözümler değil, işin alfabesinden, insan tasavvurundan yola çıkan başka bir dünya kurma amacı, kalkış noktası olmalıdır.
Sözün özü şudur: AB ya da ABD ile süren şehvetli bağımlılık ilişkilerini yürüten, savunan ve amaçlayan bütün siyasetler, yine Batının doğudaki yeniden üretilmiş biçimleri olan Rusya, Çin ve Hindistan gibi doğu kapitalizmlerinin savunucuları tarihin çöplüğüne yatırım yapmaktadır. Gündelik siyasetlerin sarhoşluğu içinde imanlarını, idraklerini, kendilerini kaybetmiş olan bütün neo Tanzimat kadroları, ilkel animist-pagan tefecilerin komisyonculuğu yarışını milletlerimizin önüne koyarak, modernleşme sorununu çözdüklerini zannetmektedirler. Bu evham, bütün Batıcı kadrolarda yüz yıldır ülkelerimize egemen olmuş, ama sonuçta toplumlarımızın kimlik, benlik, inanç ve yaşam tarzı krizine sokulmasının dışında hiçbir faydası görülmemiştir. Üstelik tüm bu süreç, emperyalist siyasetler eşliğinde, bir işgal ve tahakküm olarak yaşanmakta ve buna karşı direnmenin bütün dinamikleri ‘daha iyi yaşamak’ denilen ‘çağdaş helvadan put’un uğruna yapılmaktadır. İnsan onuru, haysiyeti, hayatın manası, kardeşlik, paylaşma, dayanışma,
Allah’tan korkma kuldan utanma, kendine saygı, yetim malı yememe, kul hakkına riayet, şahsiyet sahibi olma, sabır, şükür, tevekkül, iman, ihlas, takva,  cehd gibi insanlaşmayı sağlayan ilkeler dururken, daha iyi yaşama gibi, tamamen yalan, içi boş, sahte ve ancak hırsızlıkla mümkün bir hedefin toplumlarımızın önüne konması söz konusudur. Üstelik bu, zaten tefeci gelenekten gelen azınlık bir güruhun yaşam tarzının laiklik-çağdaşlık olarak sunulması, yani psikolojik bir savaş tekniği eşliğinde sürmektedir.
Şimdi, AB’cilik, ABD müttefikliği gibi, Avrasyacılık tamamen Batı’dan veya doğudan ağa bulmak ve ona sığınarak var kalmaktan ibaret, hiçbir insanlık tözü ve manası içermeyen onursuz gidişata karşı, esastan ve usulden itirazlarımızı yükseltme vaktidir.
Bu sözümüz, eski ve yeni tüm Batıcı, kapitalist, animist-pagan çetelerden ülkemizi ve milletlerimizi koruma çabasıyla beraber yükselecektir.
Türkiye, bölgemiz ve tüm insanlık, animist-pagan küresel kapitalizme karşı tevhidci imanı, emperyalizme karşı bağımsızlığı ve bölgesel birlikleri, sermayeye karşı emek ve paylaşımı, şirketlere karşı adalet devletleri ve toplumsal bir aradalıkları, metropollere karşı şehri, soğuk strateji pragmatizmlerine karşı ilkeli barış siyasetlerini, entrikacı istihbarat tezgahlarına karşı hukuk ve adaleti, köleleşmiş bireye karşı eşit ve özgür şahsiyeti savunacak bir yeni ideolojik dalgaya hazırlanmalıdır.
Onların ultra teknolojileri, silahları, paraları, her yeri gözetleyen istihbaratları, etnik ve mezhebi fitneleri varsa, bizim daha çok kardeşlik, insanlık, insaf ve vicdanımızdan oluşan güçlerimiz var. Ve bu güçler de onlarda yok.
Tarih, şeytanın ilelebet egemen olduğunu yazmamıştır. Yeter ki, Allah’ın ve kendisinin idrakine varmış, bu imanını kaybetmemiş tek bir insan dahi yaşamaya devam etsin.

Kaynak: Davası olmayan Adam değildir, Yarın yay., 2010

Leave a Reply