Sabataycılık tartışmaları; Yeni Ortaçağ ve Akıl Tutulması

Türkiye, tamamlanmamış milletleşme sürecinin sonuçlarını yaşıyor. Daha doğrusu, Osmanlı milletinin parçalanma süreci devam ediyor. Ortak tarih ve coğrafya şuuru temelinde sosyolojik bir aidiyet ve ortak kimlik olarak ‘Osmanlı’, kendi içindeki etnik ve dini parçalara bölündükten beridir, bölgemiz yeniden toparlanma kıvamına gelemedi. Bunda, sonu hesap edilmemiş -ya da başka yerlerde iyi hesap edilmiş- yapay ulus yaratma siyasetinin önemli payı var. Ulus devlet sürecini her şeyin çözümü olarak gören bakış açısının hoşuna gitmese de, bu coğrafyanın derin dinamiklerine bir türlü uymayan bu yapay uluslaşma süreci, yeniden toparlanmanın değil, yeni biçimde parçalanmanın adı olagelmişti. Asli ‘bütün’ü, var olan
durum değil de, Osmanlı olarak alınca, var olan ulus, bütünün sadece bir parçası olarak okunabilir.
Yaşanan süreç, işte bu genel parçalanmışlığın devam edişidir. Bir yanda Kürt etnik bölücülüğü kışkırtan Türk etnik bakış açısı, bir yanda yüzyıl önceki Yunan, Bulgar, Sırp, Ermeni, Arnavut ve Arap ayrılıkçılık rüzgarına geç kalmış bir hırsla kendini kaptıran Kürt yarı aydınlarının nevrotik kimlik histerisi, bir yanda milleti bir arada tutan sigorta olarak dini değerleri dışlayan sahte ulus fikriyatı ve öte yanda elde kalan son toprak olarak Türkiye varlığı ve şuuru ile anlamsız bir çelişkiye sürüklenen ve ayağını bir yere basmayan dinsel ya da sol enternasyonellikler… Resmi ve sivil düzeyde, üstelik birbirine alternatifmiş gibi savunulan bu yaklaşımların son tahlilde parçalanmayı durdurmak ve yeniden toparlanmak bağlamında olumlu bir misyon üstlenmedikleri ortada.
Ve şimdi buradayız; Osmanlı da dahil, Türkiye Cumhuriyeti’nin, devletin esasen Kripto Yahudiler tarafından yönetildiği, Yahudilerin bir rezerv devleti olduğu ve bu topraklarda yaşayan nüfusun etkili unsurlarının aslında dönme Yahudilerden oluştuğunu, geri kalanların çoğunun ise Rum ve Ermeni dönmeler olduğu iddiasını tartışma düzeyine ‘düş(ürül)müşüz’.
Son yıllarda gündem oluşturan Sabetaycılık tartışması, ilk elde, bu acziyet ve trajik noktanın sembol konusu olarak anlaşılmalıdır. Türkiye, resmi ve gayrı resmi-sivil unsurlarıyla ortak yaşama iradesini, güveni, sadakati, tarihi ve coğrafi bütünlüğünü ve kolektif kimliğini kaybetmek üzeredir.
Bütün büyük yenilgilerden önce olduğu gibi bu dekadansın trajik göstergesi de, akıl tutulmasıdır. Sabetaycılık tartışması, her şeyden önce, işte bu akıl tutulmasının en somut göstergesidir. Yıkılmadan önceki Bizans’ta olduğu gibi, metafizik hezeyanlar, komplocu teoriler, paranoyak yaklaşımlar, etnik ya
da mezhepçi gruplaşmalar, mistik, ezoterik, akıldışı eğilimler, soy sop tartışmaları, abartılar, yalanlar, çarpıtmalar müşteri topluyor. Adeta geç kalmış bir ‘Batı Ortaçağı’nda gibiyiz.
Gerçekle yalanın ve abartının sınırı ortadan kalkmış, bilinçli toplum mühendisliği ile şuursuz kitle koşullanmaları iç içe geçmiştir. Demek ki, konumuz Sabetaycılık türü saçmalıklar değil, bu absürd gündemleri de doğuran asıl problem, yani; yeniden millet ve devlet olabilme keyfiyetidir.
Sabetaycılık tartışmasına girmeden önce, tarih ve jeopolitiğin farklı boyutlarına değinmek gerekiyor.

Yıkıcı jeopolitik: İngiliz-Rus ekseni

Osmanlı İmparatorluğu, tabii ki esas itibariyle modernleşmeyi ıskaladığı için yıkılabilmiştir. Ancak bu yıkımın mühendisliği, geçtiğimiz yüzyılın jeopolitik dinamikleri olmuştur. Bu noktada, esas dinamik öğenin iyi tespit edilmesi gerekir. Bu da Britanya ile Rusya arasındaki, büyük deniz ve büyük kara jeopolitiği şeklindeki zımni uzlaşma ve işbölümüdür. Londra-Moskova ekseni, Almanya ve Japonya’ya karşı ve Fransa’yı da kontrol altında tutan, ABD’nin de destek verdiği 19. ve 20. yüzyılın küresel jeopolitik ‘aks’ıdır. İki dünya savaşı ve Soğuk Savaş, esasen bu aksın korunmasını amaçlamıştır. 1820’lerde başlayan İngiltere-Rusya karşılıklı savaş-barış oyununda, 1854 Kırım Harbi çatışmayı, 1907 Ravel Anlaşması ise, barış içinde paylaşımı simgeleyen dönüm noktalarıdır. 1907 yılında, Ravel buluşması olarak tarihe geçen, İngiliz Kralı ve Rus Çarı’nın paylaşım toplantısı, bu aksın, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları’nı tarihten silme anlaşması olarak alınabilir. Osmanlı İmparatorluğu, bu milattan sonra yıkıma maruz bırakılmıştır.
Sovyet Devrimi, kısa bir ilk heyecan döneminden sonra, 1921 yılında, tekrar İngiltere ile bu aksı yenilemiştir. 1921 İngiliz-Sovyet Ticaret Anlaşması, bu yenilemenin miladıdır. Bu anlaşma, İngiltere ile Rusya’nın nüfuz alanlarını belirlemiş, arada kalan sınır boylarında da stratejik düzenlemeler yapmıştır. Özet olarak, Almanya’yı örtülü kuşatma ve Japonya’yı Avrasya’ya sokmama niyetiyle Doğu Avrupa, Balkanlar ve İç Asya, Sovyetlere bırakılmış, Yunanistan, Türkiye, İran, Afganistan ve Hindistan ise, Sovyet Kara İmparatorluğu’nun sınırını belirleyen bir İngiliz hattı olarak şekillendirilmiştir. Bu anlaşmadan sonra, Almanya-Rusya-Doğu halkları ittifakı için çalışan Enver Paşa ve İttihatçılar, Sultan Galiyev, İran’da (Teşkilat-ı Mahsusa’nın desteklediği) Mirza Küçük Han’ın Cengeli Harekatı, Afganistan ve Hindistan’daki Teşkilat-ı Mahsusa ile irtibatlı anti-emperyalist unsurlar tasfiye edilmiştir.
Yine bu anlaşmadan sonra, Ankara hükümeti, önce Moskova ile sonrada Londra ile anlaşmalar yapmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti böylece tanınmıştır. Aynı şekilde, Yunanistan, İran, Afganistan ve Hindistan hattı boyunca bugünkü rejimler kurulmuştur.
Balkanlar ve Doğu Avrupa ise, daha sorunlu bir süreç yaşamış ve asıl düzen, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuştur. Böylece, Almanya’yı Avrupa’da sınırlayan bir Sovyet nüfuzuna müsaade edilmiş, öte yandan Sovyetleri açık denizlere indirmeyen bir Avrasya hattı (Soğuk Savaş döneminde Yeşil kuşak) örülmüştür. Soğuk Savaş döneminden itibaren, İngiltere işte bu jeopolitik aksı, Churcill’in ifadesiyle, ABD’ye
‘ödünç’ vermiştir. Soğuk Savaş’ın bütün dönemi içinde, açıklanan belgelerinde teyid ettiği üzere, ABD ile Sovyet Rusya arasındaki zımni uzlaşmanın gereği olan bir çatışma tiyatrosunun oyunlarıyla geçmiştir. Bu oyunlar sayesindedir ki, Anglo-Sakson-Yahudi Bloku, ‘üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ düzenini yenileyerek sürdürebilmiş, Rusya ise, Doğu Avrupa ve Asya’da önemli-kalıcı bir güç olmanın yanı sıra, Sosyalizm görüntüsüyle küresel oyunda çıraklık dönemini başarıyla geçirebilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında Rusya’nın nükleer çalışmalarına İngiltere’nin katkısı araştırmaya değer bir konudur. Yine Soğuk Savaş’ta, İngiltere’nin nüfuz alanına düşen ülkelerde değil de, Katolik Kıta Avrupası nüfuz alanlarında
sol-sosyalist devrimlerin, iç savaşların ve diktatörlüklerin kurulması oldukça ilginçtir. Birçok ülkede Sovyet Rusya, İngiltere’nin diğer rakiplerini cezalandırmak amacıyla sosyalizm ihraç eden bir yardımcı kuvvet rolü oynamış gibidir. Ama İngiliz nüfuz alanındaki hiçbir ülkede sosyalist hareketlerin arkasında Rusya durmamıştır. Bu tür ülkelerde İngiliz İstihbaratı’nın icadı olduğu söylenen ‘Maoculuk’ türü hareketler ön
plandadır. Şüphesiz bu açıdan yazılacak bir Soğuk Savaş tarihi daha ilginç ilişki ve işbirliklerini de açığa çıkartacaktır.
Sonuçta, İngiltere (+ABD+Yahudi) ile Rusya arasındaki bu derin jeopolitik aks, Soğuk Savaş’tan sonra ve bugün halen geçerlidir. Ta ki yerine yeni bir aks kurulana kadar.

Yıkılan jeopolitik: Askeri-tarım imparatorluğu

I. Dünya Savaşı ile yıkıcı jeopolitiğin kurduğu yeni düzen, Sovyet nüfuz alanına modern kara imparatorluğu, İngiliz nüfuz alanına ise parçalanma yani ulus-devlet düzenini getirmiştir. Anglo-Sakson jeostratejisi, piyasa için söylenen ‘görünmez el’ kuralı tarzında denetim ve kontrolü sağlarken, Rus stratejisi, biraz da şarklı hegemonya arzusunu yansıtan imparatorluk tarzıyla bu kontrolü sağlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, esasen Londra-Moskova aksının yıkıcı uzlaşımı ile tarihten silinirken, yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, bu aksın zımni uzlaşımı ile varlığını güvenceye alabilmiştir.
Osmanlı’nın temsil ettiği askeri-tarım imparatorluğu, Mezopotamya-Akdeniz-Balkanlar ve kısmen Kafkasların denetimini içeren, yani yıkıcı jeopolitiğin kurmak istediği düzenin tam ortasını(petrol denizini)  kapatan bir jeopolitik düzendi. Üstelik Almanya ile ittifaka girerek -ya da mecbur kılınarak!- İngiltere ve Rusya’ya ölümcül bir darbe vurabilecek bir son hamle yapmıştı.
Bugünden bakıldığında, İngiltere’nin küresel rakip tercihi olarak Rusya’yı seçmesi -evet bilinçli olarak seçmesi- Anglo-Sakson aklının bir dehası olarak okunabilir. Çünkü, büyük kara gücü olma sınırında tutulabilecek ve üstelik bünyesindeki etnik ve dini unsurları denetim gibi artı yüklerle boğuşmak zorunda kalabilecek, öte yandan küresel bir sinerji yaratamayacak ölçekte bir büyüklük hacmi vardı Rusya’nın.

Bir an için, Rusya yerine Osmanlı’nın seçildiğini düşünelim. Tam manasıyla neredeyse dünyanın üçte ikisini kolayca denetleyebilecek bir Osmanlı+İslam+Türk Dünyası+Doğu Halkları+Afrika+Balkanlar ve müttefik Asya Güçleri şeklinde bir tablo yaratılabilirdi. Ve en önemlisi bu tablo, kıta Avrupasını ve Britanya İmparatorluğu’nu parçalayıcı bir sinerji içeriyordu. Oysa öngörüldüğü gibi, Sovyetler, ancak seksen yıl dayanabildi ve üstelik bütün bölge dinamiklerini, jeokültürel direnç imkânlarını da tahrip ederek dağıldı.
Osmanlı İmparatorluğu, bu manada, hasta haliyle dahi gerçek manada bir alternatifti. Ve Osmanlı’nın yıkılışından doğan jeopolitik ve jeokültürel boşluk hâlâ doldurulabilmiş değildir. Aksine bu manada, yıkım devam etmekte, boşluk derinleştirilmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun temsil ettiği jeopolitik, esas itibariyle 18. yüzyıla kadar Bizans’tan devralınan anti-Katolik bir çerçeveye oturmaktaydı. Bu çerçeve nedeniyle Venedik ve Ceneviz güçlerini dengelemek için Fransa, Fransa’yı dengelemek için İngiltere, İngiltere’yi dengelemek için Rusya ile taktik ilişkiler kuruluyordu. 18. yüzyılın başlarına kadar başarılı yürütülen bu strateji, modernleşme sürecini, sanayi devrimi, aydınlanma değerleri ve Britanya’nın Hind-Çin Sömürgeciliği gibi yeni faktörlere kendini uyarlamakta zorlanmaya başlamıştı. Tanzimat süreci, bu zorlanan uyarlanma eksikliğinin trajik göstergesidir. Eski jeostrateji ile yeni jeopolitiği karşılama çabası, her adımda Osmanlı’yı yeni jeopolitiğin esaretine çekiyordu. Bu süreçte İngiltere’nin en stratejik oyunu, Rusya’yı kışkırtarak Osmanlı’yı yanına çekmekti. 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı-Rus Savaşları ile geçti. Her Rus savaşı sonrasında Osmanlı biraz daha İngiltere-Fransa bloğuna esir oluyordu. Tanzimat, Islahat, Düyun-u Umumiye, azınlık sorunları, Balkan ayrılıkçılığı ve I. Dünya Savaşı… Tüm bu süreç, İngiltere-Rusya aksının başarılı oyun tarihi olarak ta okunabilir. Ki, bugün de yaşanan sürecin doğru anlaşılmasında bu aksın tarihini iyi bilmek gerekir.

Sabetaycılık bir Osmanlı manipülasyonudur

Osmanlı jeopolitiğinin anti-Katolik karakteri, Akdeniz ve Balkanlar’daki askeri harekatların yanında jeokültürel hamleler de içeriyordu. 14. ve 15. yüzyıllarda anti-Katolik bir mezhep olarak Avrupa’da yayılan Kathar hareketinin devamı niteliğindeki Bosna Hıristiyanlığı olan Bogomillik, Osmanlı’nın Katolik dünyaya karşı himayesine aldığı bir jeokültürel silahtı. Bosna Müslümanları, bu himayenin sonucu olarak Müslümanlaşmıştı.

İkinci büyük hamle, Endülüs’ten kaçan Yahudilerin himayesidir. Yine aynı nedenlerle, Akdeniz ticareti, Yahudilere teslim edilmiş ve Osmanlı bu siyasetiyle Yahudi yeteneğini ve enerjisini Katolik dünyaya karşı kullanmıştır.
Kathar-Bogomil akımı, Güney Fransa, kuzey İtalya ve Adriyatik kıyılarında yayılmış, zaman içinde katliamlara maruz kalmış ve geri kalan bakiyesi ise Katolikliğe dönmek zorunda bırakılmıştı. Tam bu süreçte Osmanlı, Bosna Bogomilleri’nin Müslümanlaşması siyasetini gütmüştü. Bosna müslümanları sonuna kadar Osmanlıya sadık kaldı.
Osmanlı’nın getirdiği ve Selanik-İzmir limanları üzerinden Akdeniz ticaretini teslim ettiği Seferad Yahudileri ise zaman içinde Katolik güçlerle dolaylı ilişkiler içine girmeye başlamış, Akdeniz ticaretinde Venedik, Ceneviz ve Fransızlarla ortaklıklara yönelmişti (İlgilenenler için, Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, 2.ciltte ayrıntılı bilgiler bulunabilir). Tam bu süreçte, Sabetay Sevi olayı gündeme gelmiş ve Yahudilerin bir bölümü Müslümanlaşmıştı. Yani Osmanlı Devleti, bu nedenle Yahudi toplumunu parçalayarak cezalandırmış ve dönenleri ödüllendirmeye devam etmiştir.

Devlete sadakatin esas olduğu, din, dil, etnik köken vb. özelliklerin bu sadakat çerçevesinde serbest olduğu Osmanlı düzeni açısından, başka birçok örneği olan bu operasyon sonucunda, işte bugün olmadık misyonlar ve esrarengiz güçler atfedilen ‘Dönmeler’ olgusu çıkmıştır. Osmanlı, Yahudilere verdiği imtiyazların istismar edilmesi üzerine, adeta, ‘sadakati bozarsanız, neye inanacağınız dahil her şeyinize karışırım’ demiştir. Ve muhtemelen bir Osmanlı oyunu olan Sabetay Sevi’nin Mesihlik iddiası böyle başlamıştır. Sabetay Sevi, Müslüman olduğunu ilan ettikten sonra da, yanına bazı mutasavvıf alimler koyularak, dönme Yahudiler Melamilik, Rufailik, Mevlevilik, Bektaşilik gibi geniş tabiatlı tarikatlara yönlendirilerek kontrol altında bir Müslümanlık kimliği edinmeleri sağlanmıştır. Dönmelik, sonradan aile (sermaye-imtiyazlar ve irtibatlar demektir) bağlarının sürdürülmesi için bazı aileler tarafından çift dinlilik şekline de bürünmüş, ancak zaman içinde iyice zayıflayarak dinsel yönü tükenmiş, kastettiğimiz manada ‘aile’ bağlarının devamı için gerekli ve yeterli birkaç sembolik öge halinde yaşatılmıştır. Dönmeyen Yahudiler ise, zayıflamakla birlikte, Katolik olmayan Batı ile ilişkilerini gizleyerek sürdürmeye devam etmiştir.
Osmanlı, Sabetay olayından sonra sistematik olarak imtiyazları Yahudilerden alıp, Dönmelere vermeye başlamıştır. Hem bu siyaset, hem de Sabetaycıların aslında kendi dinlerini de gizlice yaşayabildikleri şeklindeki pratik, Yahudilerin dönmesini hızlandırmıştır. Yani iki dinlilik dahi muhtemelen Yahudilikten dönmeyi ve Osmanlı’ya sadakati özendirmek için müsaade edilmiş bir yol gibidir.
Osmanlı, 16.-17. yüzyıllarda benzer bir siyaseti Alevi Türkmenler içinde uygulamıştır. Şah İsmail’i desteklemeleri üzerine kılıçtan geçirilen Alevi Türkmenlerden geri kalanlar için Bektaşilik, Sabetaycılığın misyonuna benzer bir misyon üstlenmiş, yani Osmanlı’ya sadakat içinde Alevi kalmak mümkün olabilmiştir. Osmanlı’ya sadakatin zoraki ve gönüllü yolları oldukça çeşitlidir.
Anti Katolik jeopolitik, 19. yüzyılda geçersiz kalınca, Osmanlı’nın bu tür stratejik operasyonları ile sağladığı birçok sadık topluluk, 1. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında adeta İngiltere-Fransa bloğunun lojistik destek odaklarına dönüşmüştür.
İngiltere’nin Osmanlı’yı parçalama siyaseti, azınlıklar başta olmak üzere, Sabetaycıları da bir bağlaşık olarak görmeye itmiştir. Katolik dünyaya karşı, dünya Yahudi gücüyle stratejik ittifak içine giren Anglo-Saksonlar, 19. yüzyıl boyunca bir yandan misyonerlik faaliyetlerine hız vererek doğudaki Katolik ve Ortodoksları Protestanlaştırmaya çalışmış, öte yandan batı Yahudilerini ve dönmeleri de kullanmaya gayret etmiştir. Ama Osmanlı zayıfladıkça bu politika da bir zaaf noktasına dönüşmüş,  Yahudiler, Dönmeler, Fener Patrikliğinin ekümenikliği, millet sistemi ve bazı tarikatler,  Batı’nın sızma pencereleri, operasyon yapma tramplenlerine dönüşmüştür.
Ancak, Doğu Yahudiliğinin I. Dünya Savaşı’na kadar Almanya’nın müttefiki olduğu unutulmamalıdır. Almanya, daha doğrusu Alman sömürgeleri isteyen Alman Yahudi sermayesi, özellikle Doğu Yahudiliğini şemsiyesi altına almış ve Anglo-Saksonlarla ittifak içindeki Yahudilerle ciddi bir ayrışma yaşamıştır. Dünya Siyonist Kongresi’ndeki tartışma ve ayrışmalar bunun sonucudur. Bu bağlamda, Osmanlı Yahudileri
de, Sabetaycıları da esasta iki fraksiyondur. 1. Dünya Savaşı’nda doğucu fraksiyon, bütün gücüyle Osmanlı safında savaşmış, İttihat ve Terakki içinde yer almıştır. Batıcı fraksiyon ise, İngiliz-Fransız yanlısı bir pozisyon almıştır. Unutulmamalıdır ki, Filistin’e ilk Yahudi göçü, bir Alman siyasetidir ve bölge halkının İngilizlerle işbirliğini dengelemek için Yahudilerin İsrail düşü istismar edilerek bölgeye asker olarak sevk edilmeleri sağlanmıştır. Ve bu ilk göçmen Yahudiler, İngilizlerle savaşmış, hatta 1940’larda İsrail’in kuruluş sürecinde anti-İngiliz direnişi örgütleyenler işte bu Alman himayesinde bölgeye yerleşmiş Yahudiler olmuştur. Tabi, Yahudi Partisi içindeki fraksiyonlaşma, bugün de sürmektedir.

Tapınakçılar-Masonlar ve Endülüs Derin Devleti

Bu ilişkiler bugün yine gizemli komplo teorilerine kaynaklık eden Tapınak Şövalyeleri, Gülhaç Tarikatı ve masonluk için de geçerlidir.
Öncelikle bilinmelidir ki, Haçlı seferleri sonrasında, İslam dünyası ile Katolik Batı arasında ‘uzun bir Soğuk Savaş’ dönemi yaşanmıştır. Katolik Batı, Moğol istilası ve Şah İsmail hareketinin kışkırtılmasında rol sahibidir. İslam Dünyası ise, Endülüs üzerinden Tapınak Şövalyeleri ve masonluğu desteklemiş, Osmanlı üzerinden ise Bogomillik ve Yahudiliği kullanmıştır. (İspanyol-İngiltere savaşında Osmanlı donanmasının İngiltere’ye yardımı bilinmektedir.)
Akdeniz ticaretini, Osmanlı’nın Yahudilere (sonra Sabetaycılara) teslim ettiği gibi, Endülüs Devleti de gizemli anti-Katolik tarikatlara teslim etmiştir. Gül Haçlar-Tapınakçılar ve Masonlar, Endülüs üzerinden İbn Rüşd-İbn Tufeyl-İbn Sina-Farabi gibi İslam akılcılığı ve bilimciliğini Batı’ya taşımış, adına İslam demeden İslam inanç ve felsefesini eski Mısır-Fenike-Yunan mitolojisi formatıyla yeniden yorumlayarak gizemli bir kült oluşturmuştur. Bu tarikatler, Kilise ile savaşlarında hem ideolojik silah olarak bu akılcı geleneğe yaslanmış, örgütlenme ve gizem kültünde de Hasan Sabah hareketini örnek almışlardır.
Bu manada, anti semitik söylemler gibi, anti masonik söylemlerin de kaynağı Katolik Kilisesi’dir ve İslam dünyasına Katolik propagandası olarak girmiştir. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında İstanbul ve Mısır’da birçok Müslüman devlet adamının, aydının ve alimin masonluğa rahatça, çekinmeden dahil olmasının nedeni budur. Zira o dönemde masonluk (kardeşlik örgütü), anti İslam değil, aksine anti sömürgeci jeopolitiğin stratejik müttefikidir. Nitekim 1. Dünya Savaşı’na kadar İttihat ve Terakki Örgütü de Doğucu Yahudi ve Dönmelerin kontrolündeki anti-emperyalist masonlukla ittifakta bir beis görmemiştir. 1. Dünya Savaşı’nda düşman İngiltere ve Fransa olunca, bu ilişkiler askıya alınmış ve Batı’yla ittifak yanlısı tüm kurum
ve kişiler İttihat ve Terakki içinde de tasfiye edilmiştir. Ahrar Fırkası, Hürriyet ve İtilaf gibi örgütler de aynı nedenle bastırılmıştır. Tapınakçı Mason teşekküller, 1. Dünya Savaşı sonrası güç denklemi İngiltere lehine kurulunca, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının beşinci kol örgütlerine dönüşmüştür. Halen, abartılmakla birlikte, bu ittifakın; dünyanın her yerinde elit seçme ve devşirme süzgeçleri misyonu yürütmektedir.

Cumhuriyeti kim kurdu?
Bugün, Sabetaycılık gündemi, esas itibariyle üç noktada yoğunlaşmaktadır.
1-Osmanlı’yı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ve Cumhuriyet’i, Yahudi Dönmeleri yönetiyordu, denmek istenmektedir.
2-Cumhuriyet Dönemi milliyetçi, Kemalist, İslamcı, liberal ve sol akımları Sabetaycılar yönetiyor, denmek istenmektedir.
3-Sabetaycı aileler ve kişiler kendi kimliklerine sahip çıksın, kimliklerinin farkına varsın, başkaları da bunu bilsin, denmek istenmektedir.

1-Bu gündemi anlamak için, tekrar başa, İngiliz-Rus aksına dönmemiz gerekiyor. Zira bu aks, bugün Büyük Ortadoğu Projesi adı altında yeniden kurulmaya çalışılmaktadır. Çünkü Almanya, Avrupa Birliği adı altında yeniden atağa kalkmıştır.
Osmanlı parçalandıktan sonra, İngiltere ve Sovyet Rusya’nın zımni uzlaşımı 1921 yılında yenilenmiştir. ‘Hatırlı aracılar’ ve jeopolitik uzmanlarının devreye girmesiyle İngiltere-Rusya ilişkileri tarihi ve ‘dünya gerçekleri, acemi Bolşevik liderlere anlatılmış ve Asya’da imparatorluk kurma karşılığında, anti kapitalist dünya devrimi idealinden vazgeçilmesi sağlanmıştır. Bu zımni uzlaşım, İngiliz nüfuz alanına Sosyalizmi sokmama, Rusya’ya bırakılan nüfuz alanında ise İngiltere’nin yer almaması şeklinde bir anlaşmaya dayanmaktadır. Bu anlaşmada en kritik hat, Türkiye-İran hattıdır. 1918’den itibaren devrimden sonra saf değiştiren Rus güçleri, Türkiye ve İran’daki işgal güçlerini çekerken silah ve mühimmatını da anti-İngiliz direnişçilere bırakmaktaydı. 1921 yılındaki anlaşmadan sonra, Türkiye ve İran’da bağımsızlık hareketleri başarılı olmuş ve yeni rejimler kurulmuştu. İşte, İngiltere ile Rusya’nın zımni uzlaşımı, bu bağımsız devletlerin varlığına istemeyerek te olsa razı olmak zorunda kalışlarını ifade etmektedir. Savaş yorgunu İngiltere ile devrim yorgunu Rusya arasındaki bu metazori uzlaşma ile hayat alanı bulan Cumhuriyet, Mustafa Kemal şahsında, bu uzlaşmanın sezildiğini gösteren bir denge durumunda şekillenmişti. Lozan’dan sonra, Mustafa Kemal’in sağ kolu durumundaki Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras şahsında Rus
eğilimi, Rauf Orbay ve Fethi Bey gibi isimler şahsında ise İngiltere eğilimi bu dengenin korunmasını sağlamıştı. Tabii ki sonradan İngiltere tarafı ağır basacaktır. Ama Sovyetlerle ilişkilerde, sıkı bir yakınlık içindedir.
I. dünya savaşında okuryazar nüfusunu kaybeden devlet, mübadele yoluyla yeni Cumhuriyet’in kadro, sermaye, girişimci ve meslek sahibi nüfus ihtiyacını gidermeye çalıştı. Mübadele, iddia edilenin aksine, bir Sabetaycı komplosu değil, bu manada bir mecburiyetin gereğiydi. Selanikli, Balkanlı, Okuma yazma bilen, meslek sahibi ve yabancı dil bilen insanların yeni devlet örgütlenmesinde öne çıkması doğaldı. İşte İngiltere, bu öne çıkanlarla muhatap oldu ve tabir caizse bütün anlaşmaları bunlarla yaptı. Zaten İslam dünyasına liderlikten vazgeçme şartıyla razı olduğu bir devletin yeni elitlerinin pek de İslam derdi olmayan hatta başlarına gelen her felaketin müslümanlıklarından kaynaklandığını düşünen ve bu kimlikten kurtulunması gerektiğine inanan göçmenlerden oluşması, İngiltere için bulunmaz bir fırsattı. Bütün bunlar olduktan sonra ve hele de bugünkü konjonktüre göre yeniden yorumlayan yenilmiş psikoloji, tüm bu süreci bir planlama olarak görüp, hem Osmanlı’ya sığınmış olan millet sisteminin bir parçasına dönüşen küçük bir azınlığa olağanüstü yetenek, basiret, planlama ve örgütlenme özellikleri atfetmekte, hem de milletin ve Devletin iradesini ve mücadelesini adeta hiçe saymaktadır.
1926 İzmir suikasti tasfiyeleri, İngiltere’nin baskısı sonucu gerçekleşmişti. Zira İngilizler, yeni kadroları İttihatçılara kıyasla acemi buluyor ve İttihatçıların tekrar iktidarı almalarından korkuyordu. Bu tasfiyeden sonra rahatlayan Balkan kökenli Cumhuriyet eliti, kendi içinde bu toprakların en yaygın çelişki tarzı olan kişisel nedenlerle fraksiyonlaşmıştı. Ancak zaman içinde, özellikle 1930’larda İkinci Dünya Savaşı yaklaşınca, Cumhuriyet’i kuran dengedeki eğilimler, fraksiyonlara damga vurmaya başladı. Mustafa Kemal, İngiliz-Rus aksının yarattığı varlık ve beka opsiyonunu korumaya çalışırken, İsmet İnönü, Alman bloğuna yakın duruyordu. Yani, 1930’lardan itibaren uygulanan siyasetlerin ve iktidar bloğundaki çatışmanın, bu dış güçlerin siyaseti ile paralelliği vardı. Ki sonradan, İsmet İnönü ‘Şef’ olunca, Mustafa Kemal’in kurduğu denge bozulmuş ve iktidar aktif tarafsızlık içinde ama Almanların kazanma ihtimalini de gözeten bir pozisyon almıştı. II. Dünya Savaşı sonrasında, İngiltere nüfuz alanını ABD’ye devredince, başta Celal Bayar olmak üzere, Atatürk’e yakın yedek isimler üzerinden bu yeni aksa uygun bir dizayn yapıldı.
Yani, Devlet, Batı’ya uygun vitrin düzenlemesi konusunda Batı’yı şaşırtacak kadar maharetli bir geleneğe sahipti.
Sonuçta, Türkiye Cumhuriyeti, 1940’ların ikinci yarısından itibaren Mustafa Kemal’in temsil ettiği dengeye uygun olarak, açıkça Anglo-Sakson-Yahudi bloku ile Rus aksı safında olduğunu ilan etti.
Soğuk Savaş ve sonrasında süren bu taraf olma beyanı, Kıta Avrupası ve derin Katolik odağın paralelindeki Sol, Sağ ve İslamcı akımların muhalefeti ile karşılaştı. İngiliz-Rus aksındaki zımni uzlaşımın oluşturduğu denge oyunu yerine anti-Rus ve açık Batı tercihine yönelen siyasetin, göze batmayan ancak daha etkili bir başka muhalifi daha vardı: Soy Kemalistler.
Soy Kemalizm; anti-Amerikancı bir söylemin içerisinde, hem anti-Avrupacı(Almancı) bir perspektifi, hem de Avrasya kavramına yüklediği İngiliz- Rus aksının zımni uzlaşımından oluşan eski dengenin ihyasını içeren bir pozisyonu temsil etmekteydiler.
Bugün, Soğuk Savaş sonrasındaki on yıl boyunca, Kıta Avrupası paralelindeki Sol, Sağ ve İslamcı akımların tasfiye edildiği, bu tasfiye içinde Anglo-Sakson-Yahudi bloka devşirilenlerin öne çıkarıldığı ve bunlara karşı da Soy Kemalistlerin mevzi direnç hatlarında tutunmaya çabaladığı bir politik alt-üst sürecinin tam ortasındayız… Ve tüm bu gerçek çatışma eksenlerini perdeleyen, bu perdeleme işlevi yanında sadece bilenlerin anladığı, şifreli konuşma dili de olan ‘Sabetaycılık’ mevzusunu konuşuyoruz. Oysa konunun bağlamı bu yahudi düşmanlığı içeren katolik komplo terorileri değil, soğuk savaş sonrası gelişen şartlar içerisinde yeniden İngiliz-Rus aksına uygun bir elit dönüşümü ve bu bağlamda ABD-Yahudi ilişkileriyle tutunmuş Sabataycıların yerine yeni aksa uygun bir elit ikamesidir.
Tüm bu süreci, Sabetaycıların veya Çerkezlerin ya da başkalarının; devleti ele geçirmesi ya da birbiriyle kavgası olarak okuyan şaşı gözler, hem bu jeopolitik dengeleri atlayarak etnopolitik çukura inmekte, hem de bu etnopolitik faktörleri olduğundan çok abartarak asıl faili ve nedenleri perdeleme işlevi görmektedir.
Kısacası, Cumhuriyet’i, İngilizler ya da Sabetaycılar değil, bu millet kurmuştur, ama yenilgi koşullarında Batı’daki ve Doğu’daki iki büyük güçle uzlaşarak, adeta yaşamak için birçok şeyi de ipotek ederek ve rehin vererek kurmuştur. Cumhuriyet, milletin toparlanma ve nefes alma imkânıdır. Nitekim seksen yıl sonunda öyle de olmuştur.
Bugünkü sorun, büyük yenilgiden sonra milletin zayıf anında, Osmanlı aklının refleksif görevlendirmeleri tarzında yeni cumhuriyetin oturması ve gelişmesi için gerekli yetenekleri bağlamı ve sınırında görevlendirilen ve İngilizlerin de onayıyla çeşitli imtiyazlar elde eden bir elit yapısının, zaman içinde bu rollerini ve görevlerini unutarak, oyunu ciddiye almaları, tuttukları mevzilerden milleti aşağılamaya, devlete
sokmamaya, devleti de tapulu malları gibi kullanmaya yönelen oligarşik bir ‘hava’ya girmeleridir… Bu elit yapısı içinde, Sabetaycı kökenli olabilir, Çerkez kökenli olabilir ya da Türk, Kürt, Gürcü, Laz, Arnavut olabilir. Bu kökenlerin yoğunlukla kimlerden oluştuğu hiçbir şekilde önemli değildir.
Önemli olan iki ölçü vardır:
1-Millete, milletin inancına, değerlerine, tarihine, coğrafyasına sadakat..
2- Batı ile ilişkilerde ajanlığa kaymayan bir mesafe…
Bu iki ölçüyü taşıyan her kim olursa olsun ve kökeni, ideolojisi, dini, mezhebi ne olursa olsun, iktidar olmayı, devlette yer almayı hak eder. Aksi durumda, Osmanlı aklının tasfiye, devşirme, ödüllendirme ve cezalandırma geleneğini gündeme getirir. Bu da etnik ya da dini nedenlerle değil, sadakatin bozulması nedeniyle geçerlidir. Bugün Batı ajanlığı ve millet düşmanlığı yapanlar, adı ve nüfusları belli bir topluluk değil, kökeni, dini inancı ve siyasal pozisyonu farklı olabilen ve toplumdan çok devlette ve sermaye çevrelerinde yuvalanmış bir zihniyet ve siyaset erbabıdır. Sabetaycılık tartışmaları bu bağlamda, kökeni Sabetaycı olmayan oligarşiyi de perdelemektedir.
2-Sabetaycılık gündemi, Türkiye’nin entelektüel ve sanatsal birikimini, adeta bu topluluğa yazmakta, böylece hem bu topluluğa olağanüstü yetenek atfetmekte hem de geri kalan herkesi ‘Etrak-ı bî idrak’ düzeyine düşürmektedir.
En önemlisi, toplumu geliştiren ve olgunlaştıran temel faaliyet olan fikri politik çabalar için her kesime güvensizlik ve kuşku tohumları ekilmektedir. Yani sonuçta, İslam, Sol ya da milli değerler için öne çıkan herkese, ‘bakın bunun kökeninde de bir şeyler vardır’ kuşkusu ile yaklaşma telkin edilmekte, böylece; küresel projeler dışında ortaya çıkabilecek her söylem, akım ve fikir, hiçbir fazla uğraşa gerek kalmadan, peşinen kuşkulu, tehlikeli ve arkası karanlık ilan edilmeye müsait kılınmaktadır.
İşin ilginci, yüz yıl önce de, İttihatçılar için de aynı mekanizma çalışmıştır ve hem İstanbul’da hem de Arap dünyasında, İngilizler tarafından, İttihatçıların mason olduğu, Yahudi dönmesi olduğu şeklinde kuvvetli bir propaganda yapılmıştır. Ki bugün dahi İttihatçı düşmanlarının en güçlü argümanı hâlâ bu İngiliz yaveleridir. (O dönemde Almanya’nın şemsiyesi altındaki Doğu Yahudiliği olgusu, İngiliz oligarşisi içinde bir kanadı anti semitik çizgiye yöneltmişti. Bu çizgi, İngiliz devleti içinde, artık başka nedenlerle hâlâ vardır.) Demek ki, Sabetaycılık, eskiden olduğu gibi bugün de, çok işlevli ve başarılı bir suçlama tekniğidir. Karalamak istenen herkese yapıştırılacak ucuz, kolay ve çıkmayan bir etikettir. Gerçekte, Sabetaycı kökenlilerin hemen tamamı bu kökeni unutmuştur ve herhalde aynı mezarlığa gömülmek gibi aile geleneğinin yaşatılması dışında, Sabetaycılık diye yaşanan bir şey de yoktur. Zaten Sabetaycı köklerine vurgu yapılan ünlü isimlerin birçoğu, bu tartışmalardan sonra aile büyüklerine koşup köklerini sorgulamaya başlamıştır. Demek ki, Dönmeler, artık dönmüştür…
3-Tam bu noktada üçüncü maddeye geliyoruz. Bu tartışmayı gündemde tutanların bir kısmının amacı da, artık olmayan Sabetaycı bir nüfus yaratmaktır. Bu nüfus, doğal olarak İsrail’in Türkiye’deki azınlığı olacaktır. Ve Sabetaycılığını kabul eden ya da etmeyen birçok -hepsi de elit- aile ve kişi, İsrail’in -Batı’yı taklit eden- yeni azınlık siyasetinin malzemesi yapılacaktır.
Bu noktada, bir Yahudi alışkanlığını hatırlamamız gerekir; bilindiği gibi Yahudiler, M.Ö. 400’lü yıllardan başlayarak Tevrat’ı yazmış (tahrif etmiş), yani kendi yaşamadıkları birçok tarihi kendilerine mal etmişlerdir. Böylece, İbrahimî geleneğe de, Hz. Musa’ya da sahip çıkmış, kendilerine ilahi bir kimlik ‘çalmışlardır’. Tıpkı bunun gibi, üretmedikleri her şeye el koyma alışkanlığı, Yahudilerin ekonomik becerisinin de kaynağıdır. Faiz ve menkul ticareti, borsa, banka, medya, sinema vb. sektörler, tamamen bu Yahudi karakterine uygun,
yaşamadan yaşamış gibi yapılabilen, üretmeden kazanma yöntemleridir. Bu Yahudi karakteri, tarih yazıcılığında da kendini gösterir. Örneğin birçok Yahudi tarihçisi, Roma’da, Fenike’de, Kartaca’da, Avrupa tarihinde, Rus, Hind, İran ve Çin tarihinde abartılı Yahudi izleri keşfeder. Adeta yaşamadıkları, özendikleri ama yapamadıkları birçok şeyi bu yolla yapmış gibi gösterirler. Böylece hem insanlığa kapalı kabile asabiyetini bu yüceltme ile sağlamaya çalışırlar, hem de kendilerini olduklarından büyük ve güçlü göstererek bulundukları toplumda yerlerini ve güvenliklerini sağlama alırlar.
Bu açıdan bakıldığında, Yahudi yazarların kitapları, birçok tarihi ve ünlü kişi ve ailenin Yahudi yapılışı ile doludur.
Aynı tekniği, Sabetaycı yazarlar ve Sabetaycılık uzmanı(!) yazarlarda kullanmaktadır. Osmanlı’yı ve Cumhuriyet’i Yahudiler yönetmiştir, birçok ilki onlar yapmıştır, toplumu onlar modernleştirmiştir, sanat, edebiyat, kültür hayatı onlar sayesinde ayakta durmaktadır, büyük lider ve komutanların çoğu Yahudi ya da dönmedir, vb.vb… Oysa gerçek tam tersidir. Yahudiler her yerde olduğu gibi Osmanlı’da da küçük bir azınlıktır, 16. yüzyıldan sonra da gözden düşmüşlerdir, 17. yüzyıldan beri de ancak Müslüman olmaları ya da Müslüman görünmeleri şartıyla ticaret yapmalarına izin verilmiş bir topluluk olarak bugüne gelmişlerdir. Cumhuriyet sürecinde millet, çoğunluğu kabiliyetli evlatlarını savaşlarda kaybettiği için
geçici olarak öne çıkarılmışlardır ve bu çoğunluğun evlatları yetiştikçe de, onlar sınırlarına çekileceklerdir. Zaten asimile olmuş ve kökleri ile bağlarını da kesmişlerdir. Ama hâlâ köklerini sürdürmeye çalışanlar var ise, millete sadakati bozmadıkları sürece, özgürce yaşamalarına müsaade edilmiştir.
Ayrıca geçen yüzyıldaki zoraki imtiyazları nedeniyle, birçok Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut, Boşnak aile, Sabetaycı ailelerle iş yapmak, onların bürokrasideki imtiyazlarından faydalanmak için onlarla evlenmiş ya da ortak olmuştur. (Son günlerde meşhur edilen Evliyazadeler ve benzeri birçok aile, bu şark kurnazlığı yanında, belki de devletin derin denetim alışkanlığının devamı niteliğinde bilinçli olarak Selanikli dönmelerle karışmış-barışmıştır.)
Bu nedenle, illa bir kök tespiti yapılacaksa, Yahudi ya da Sabetaycı bilinen isimlerin sonradan Yahudiliğe veya Sabetaycılığa dönme, onlarla karışma olduğu tespit edilmelidir.
Hatta Osmanlı sınırlarından İsrail’e göçenlerin kökleri de bu açıdan incelense aslında birçoğunun Osmanlı etnik unsurlarından oldukları ortaya çıkacaktır. Özellikle 1970 ve 1980’li yıllarda göçenlerin birçoğu, dünya Yahudi gücünün nimetlerinden faydalanma güdüsü içinde olanlardır.
(Esasen İsrail’deki Yahudi nüfusun çoğu dahi Yahudi değildir. Özellikle Afrika kökenliler ve Rusya’dan göçenler, ya hiç değildir, ya da sonradan Yahudileşmiş tersinden Dönmelerdir. Bu manada, dünya Yahudi nüfusu, olduğundan fazla gösterilmektedir.)

Son olarak, Sabataycılık üzerinden abartılı komplo teorilerinin yaygınlaşmasında, Hristiyan kökenli bir başka dönme unsur olan Rum ve Ermeni kökenli müslümanların genetik anti yahudiliğinin de payı vardır. Yani dönme hristiyanlar dönme yahudileri abartarak kendilerini meşrulaştırma gayreti içindedir. Tıpkı soy Türk olmayan unsurların Kürt düşmanlığı üzerinden abartılı Türkçülük yapması gibi..

Sabetaycılık tartışmasını bitirmek

Sonuç olarak, Sabetaycıların kendini abarttığı, sağcılarında -şimdi bazı solcuların da- öteden beri gizli düşman mantığıyla Sabetaycıları abarttığı söylenebilir..
Bu çift yönlü abartı,
1-Ekonomi-politik analiz yöntemini geri plana atıp, heretik-metafizik spekülasyon kültürünü egemen kılmaya yaramaktadır.
2-Büyük anlatıların geri çekildiği bir dönemde, insanların olan biteni sağlam inanç ve yöntemlerle izah etmek yerine, ezoterik, komplocu ve Şaman büyücülüğüne benzer gizem kültüne sarılmalarını pekiştirmektedir.
3-En önemlisi, yine bu dönemin bir özelliği olarak, sınıfsal gerçeklikler, sömürü, kapitalizm, emperyalizm gibi somut sistemik gerçeklikleri örtecek bir tarzda, pre modern-feodal kimlik izharları öne çıkartılmaktadır. Bu süreç, insanların kendi iradeleriyle seçmediği ve değiştiremeyeceği soy, sop, etnik-mezhebi köken vb. biyolojik-doğal kimliklerini her şeyin temeli yaptığı ve abarttığı bir akıl tutulması sürecidir.
Sabetaycılık, Osmanlı döneminde de, Cumhuriyet döneminde de, bugün de, abartıldığı şekilde etkili olmayan, önem taşımayan ve esasen bitmiş, mensupları tarafından bile önemsenmeyen bir olgudur. Tarihimizde hiçbir zaman iktidar-muktedir olmadığı gibi, bundan sonra olamaz da… Osmanlı’ya sığınmış, ince bir siyaset gereği döndürülmüş, o dönemden beride bu siyaset gereği misyonlar üstlenmiş bir topluluktur. İnsanların bu kökenden geldiklerini varsaydıkları kişilere vehmettikleri güç ya da dayanışma olgusu, Sabetaycılığın değil, yöneten sınıfların, oligarşinin ve kapitalist ilişki ağının doğal sonucudur. Okuma yazma bilme, yabancı dil bilme, yurtdışında okuma ve bir meslek sahibi olma, bu ilişkiler ağında yükselmenin gerek şartıdır ve savaşlardan yorgun düşmüş Anadolu’nun toparlanma sürecinde bu avantajlara -şu veya bu nedenle- sahip olanların yükselmesinde herhangi bir art niyet, hesap, plan aramak, Sabetaycı aileleri profosyonel devrimci örgütler gibi iktidar mücadelesi veren gizli-açık faaliyetlerde
bulunan, bir olgu halinde tasarlamak demektir. Oysa bu ailelere böyle manalar yükleyenler, bu toprakların iki bin yıllık devletini hesaba katmayanlardır. Osmanlı siyasetinin doğruluğu yanlışlığı tartışılabilir, yine siyasetinin icra ederken hesap edilmemiş sonuçlar doğması da söz konusu edilebilir, ama en düz mantık bile, birkaç yüz aileden oluşan bir topluluğun, karşısında devlet gibi bir güç varken ondan daha kıvrak, zeki ve uzun vadeli bir siyaseti bu topluluğa mal etmez.
Sabetaycı ailelerin eğitim ve Batı ile ilişkilerdeki mukayeseli üstünlüğünün ilk nedeni, Batılı misyonerlik faaliyetleridir. 19. yüzyıl boyunca Başta Amerikan okulları olmak üzere, Batılı devletlerin azınlıkları devşirmeye dönük faaliyetleri için kurulan misyoner okulları, Yahudi ve Sabetaycı aileleri ürkütmüş, çocuklarının Hıristiyanlaşmasını engellemek için kendi okullarını kurmaya yöneltmiştir. O ünlü okulların amacı, sanıldığı gibi büyük planların yatırımı değil, kendini koruma içgüdüsüdür. Tabii ki, bu okullardan yetişen çocuklar- ki Türk ailelerin çocukları da dahil- mahalle mekteplerinden yetişenlere nispetle daha iyi eğitim almışlardır. Ki bugün, aynı vasıflara sahip olan Anadolu çocukları da benzer tarzda kurulmuş okullardan yetişerek yükselebilmekte, “önemli adam” olabilmektedir (eğer mesele buysa).
Bu meselenin bir diğer trajik yönü de şudur: Yüzde doksan küsürünün Müslüman olduğu varsayılan bir toplumda, sayıları on binleri ifade eden bir topluluktan korkma fobisi üretilmesi ilginçtir. Hem çoğunluğun gölgesinden korkar ve kendine güvenmez hale geldiğinin trajik göstergesi olduğu için ilginçtir, hem de, tarihimiz ve inanç değerlerimiz itibariyle, farklı inançtan insanlardan korkmak bir yana, yan yana yaşama ve
hatta iç içe geçme geleneğimiz bağlamında bu yeni paranoyanın bize yabancı olmasına rağmen bu kadar müşteri tutması ilginçtir.

Özellikle Türk sağının ve muhafazakar dini cemaatlerin, bu konulardaki abartılı komploculuğu, hem kemalizme tepkinin hem de kemalizmle bağlantılandırılan İttihatçılığa tepkinin ürünüdür. Bu tepki, Sultan Abdulhamit savunusu ve batı düşmanlığı ile birlikte düşünüldüğünde, tüm sorunların dış düşmanlar ve onların yerli işbirlikçilerinden kaynaklandığını düşünen sağcı kolaycılığın ve hamasetin en elverişli ve gizemli malzemesidir.

Toplumsal çoğunluğun bu düşünsel vasatı değişmediği sürece, sahici bir düşünce ve analiz imkanı oluşmayacaktır.

Kaynak: Yarın dergisi, 2005

Leave a Reply