İslam Rönesansı: ‘Doğu-Batı’ İllüzyonunu Aşmak

İslam dünyasının yeniden dirilişinin ifadesi olarak İslam Rönesansı, önce ve öncelikle bir “zihniyet devrimini” gerektirmektedir. Zira, çöküş psikolojisi, geride kalma kompleksi ve yerli işgalcilerin eliyle yaşatılan yabancılaşma sürecinin tayin ettiği bir zihnî yapıyla yeniden inşa ve imar atılımının gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Fiili işgal yaşayan İslam beldelerinde reaksiyoner ve tutucu, Anadolu gibi merkezi oluşturan ve uzun süre fiili işgal travması yaşamayan beldelerde ise sıkıntılı ve müşevveş bir zihin durumu oluşmuştur. Oysa bir tecdit ve ihya eylemi, her şeyden önce sükunet, berraklık ve derinlikle malul bir aklî fonksiyona dayanmak zorundadır.
Bizim sekizinci yüzyılda başlayan Rönesansımızın en belirgin özelliği, İslam coğrafyasının dört bir yanında yeşeren
ilim, sanat, edebiyat ve ahlak mektepleridir. Canlılık ve dinamizm sembolü mimari şaheserler, parlak zeka ve mantık örneği tartışmalar, felsefi derinliği olan ahlakî öğretiler ve tüm bunlarla uyum içerisinde gelişen edebiyat ve musikî ürünleri, dönemin evrenselliğini yakalamış ve insanlığa örnek olacak birer medeniyet nişaneleri kılınmıştı.
Benzer bir süreci Endülüs mirası üzerinden ‘biz’im Rönesansımız üzerine bina eden Avrupalılar da, etkisi bugüne uzanan çok yönlü bir yenilenmenin terbiyesinden geçtiler.
Hem İslam dünyasının hem de Hıristiyanlığın yaşadığı bu süreç beşeri düzlemde olguların, yani eşyanın yasalarını keşfe dayalı ve Mezopotamya-Akdeniz uygarlık mirasının yeniden üretimini ifade eden birbiriyle ilişkili bir tarihsel evrimin ürünüydüler. Aralarındaki fark ise ilahi olan karşısındaki tutumları, yani değerler düzlemindeki konumlarıydı. Müslümanlar Kurana, Hıristiyanlar Grek-Latin geleneğine tabiiydiler.
Biz kendi Rönesansımızı toprağa bağlı askeri imparatorluklar eliyle tükettik, onlar ise menfaate bağlı kapitalizm sayesinde yeni yeni tüketmeye başladılar. Üstelik yalnızca kendi geleneklerini değil, tüm insanlığın birikimini aceleci ve harami edalarla gasp edip tahrif ve tahribini de ihmal etmeden!
Şimdi yalnızca ‘biz’ değil, bütün insanlık hem değerler hem de olgular düzleminde yeni bir ışık ve nefese muhtaç durumda. Değerler açısından biz insanlığa ‘Tevhid’in yani insanı Adem yapan bütün akıl-ahlak-adalet-özgürlük değerlerinin şahidi olmakla mükellefiz. Olgular düzleminde ise kapitalizmi aşan ve insanı yeniden terbiye edecek adalet ve özgürlüğe dayalı bir medeniyet inşasıyla örnek olmamız mümkündür.
Bunun için gerekli ilk adım olarak zihniyet devrimi’nin yüz elli yıllık travmanın etkisinden kurtularak sükunet ve
berraklık bulmuş bir zihnî yapıya kavuşturulmasıyla ateşlenmesi gerekiyor.
Ancak varolan zihnî yapımızın, tarım çağlarından ve sömürgecilik döneminden kalma alışkanlıklardan ve oryantalist illüzyonlarından kurtulması lazımdır.

İlk elde, Doğu, Batı, Doğu-Batı Çatışması, modernlik-gelenek, kültür-medeniyet çelişkisi ve bunlara bağlı bütün üçüncü dünya perspektifli problemlerin gündem dışına itilmesi gerekmektedir. Çünkü bu “şablon”lar bizatihi oryantalist perspektifin ürünüdür. “Şark” meselesi, Avrupalı sömürgeci güçlerin Barbar mit’i ve haçlı ruhuyla geliştirdiği ve tamamen onların sömürgen mantığını ifade eden bir zihnî alışkanlığı yansıtmaktadır. Yani, Doğu ve Batı arasındaki tabii farklara yapılan bütün abartılı vurgular, nihayetinde oryantalizmin Avrupa-merkezli perspektifinin ürünüdür ve buna karşı geliştirilen reaksiyoner üçüncü dünyacı, Doğucu perspektifte aynı mantığın tersinden tescili ve yeniden üretimini ifade etmektedir.
Yenilgi ve çöküş, bütün “Doğu”lu aydınlarda illüzyonlar üretmeye yol açmış ve bu nedenle yüz elli yıldır insanoğlunun kolektif zihnîne “Doğu”dan hiçbir olumlu katkı yapılamamıştır.
Avrupalıların, geldikleri noktayı bütünüyle kendilerinin marifetiyle izah eden faşizan ve müstekbir aydınlan ile geri kalan dünyanın kurtuluş ve alternatif arayışında Batıdan farklılığına vurgu yapan Aydınlarının Doğu ve Batı tanımlarındaki benzerlik ilginçtir. Aralarındaki fark birinin olumlu gördüğüne ötekinin olumsuz demesidir.
Müslüman Aydınların, geldiğimiz noktada işe başlama adımı, işte bu oryantalist illüzyonun, yani “Doğu ve Batı” eksenli her tür şablonun dışına çıkarak düşünmeyi öğrenmeleri olacaktır. Çünkü; ne Doğu ne de Batı bizim ayaklarımızı basacağımız değerler ve olgular havzası değildir. Çünkü; hem doğu hem de batı değerler bağlamında ‘biz’im değerlerimizden izler taşımakta ve bu değerlerimizin muhatabı olarak bize eşit yakınlıkta durmaktadırlar. Olgular bağlamında ise insanoğlunun iyiliğine hizmet edici bütün beşerî keşifler tüm insanlığa ait olduğu gibi bize de aittir. Yani bilim, teknoloji, edebiyat, sanat, mimari, siyaset, ekonomi vb. tüm alanlarda ‘biz’ iyi, doğru ve güzel olanı “seçme” ve “alma” yeteneğine ve yetkisine sahip durumdayız.
Çünkü; Batı ile batılılaşma, modernité ile modernleşme ile Avrupalılaşma aynı şey değildir. Tıpkı Doğu ve Doğuculuk, Doğu ve Asya, Doğu ve Despotizm, metafizik, gelenek, irfan, hikmet, vahiy, gerilik, gelişmemişlik ve benzeri “genelleme’lerin aynı şey olmadığı gibi. Tüm bunlar oryantalist perspektifin ürünü olan gayrı hakiki ve yanıltıcı illüzyonik yalanlardır. Doğu-Batı çatışmasını modernite-gelenek çatışması biçiminde yeniden üretenler, çabalarının sonuçlarını gözeterek ve geleceği de hesaba katarak bir kez daha düşünmek zorundadırlar.

“Biz”, yani Müslümanlar, değerler bağlamında zaman ve mekan ötesi fıtrî mesajların şahidi olarak ne doğulu ve doğucu ne de batılı ve batıcı olmamak durumundayız. Olgular bağlamında ise insanoğlunun bütün birikimlerine sahip çıkmak, evrensel gelişme momentini doğru kavramak ve şimdilik kapitalizme hizmet eden bilim, teknoloji, siyaset ve iktisat gibi kategorilerin çeşitli biçimlerini kendi değerlerimiz bağlamında içselleştirebilmek çabasına yönelmek zorundayız. Zira Tevhid’in ve Şirk’in, Hak ve batılın, adalet ve zulmün doğulusu batılısı olmadığı gibi, bilimin, üretimin, tüketimin, sermayenin, emeğin, devletin, toplumun, aklın ve akıldışının da coğrafyası olmaz. Belirli şartlar altında belirli olgular aynı sonuçlan doğurur. Çelişki ve çatışmaların diyalektiği yeryüzünün her tarafında aynı biçimde işler ve tarihte geri dönüşler değil, iyilikle kötülüğün “yeni” biçimler alarak mücadele etmesi vardır.
Velhasıl, zihinlerimizi yüz elli yıllık illüzyonlardan arındırıp daha sakin, evrensel ve bütüncül düşünmeye alıştırmak zorundayız.
Özellikle de Doğulu ve Doğucu romantizmden arınmak ve merkezi-odak perspektifle düşünmeye başlamak öncelikli
çabamız olmalıdır.

(İlk yayın: Haftaya Bakış dergisi, 1998)

Leave a Reply