Hegemonya Paradoksu

Devletin kendiliğinden dönüşüm geçirdiği bütün süreçlerde benzer sorunlar yaşanır. Toplumun ancak ve sadece devletteki değişimlere bağlı olarak değiştiği ülkemizde, “devletin dönüşümü” bir tepkime ve zincirleme reaksiyonlar bütünü olarak gelişir. Devletin dönüşümü, esas olarak devlete egemen olan elitler blokunun değişmesi demektir. Devleti kuşatmış bulunan bu iktidar bloku, Hegemonya çeperine dahil olan yeni elitlerle çelişik birlikteliğe mecbur kalır. Egemen elitler blokuyla yeni elit adaylarının bu metazori çakışması devlet kertesinde bir “iç tepkime” meydana getirir. Süreç kendiliğinden geliştiği için bu çakışma, açık ve şiddetli bir çatışmaya dönüşmez ama sürekli ve hafif titreşimlere yol açan ince bir çekişmeler süreci yaşanır. Devletçi elit dönüşümünün yol açtığı bu tepkimeden “hegemonya paradoksu” doğar. Sonu yeni bir üst sentezle noktalanmayan ve çelişik unsurların birbirlerine dönüşümünün açık bir çatışma ya da kesin bir uzlaşma içermeyen her birlikteliği, hegemonya paradoksuna yol açar.
Bu paradoks, statükocu elitlerin değişimden ürken tutumları ile yeni elit adaylarının değiştirmekten korkan tavırlarının üst üste gelmesinin sonucudur. Paradoks, diyalektik bir çatışmaya dönüşecek açık ve kesin tavırlar gelişmediği müddetçe, sıkıntı verici mevzi kapışmalar ve mide bulandırıcı tavizkar pozisyonlarla her tür gelişmenin ve daha ciddi dönüşümlerin önünü tıkayıcı bir biçimde sürer gider.
Osmanlı Devleti’nin kendiliğinden dönüşüm sürecinde yeni

Osmanlı-Jöntürk akımı sayesinde yaşanan paradoks, tam da böyledir. Sultan Abdulhamid’in, önce saray bürokrasisi ve sonra devletten doğan aydınlarla yaşadığı otuz üç yıllık can sıkıcı çekişme bu tür bir hegamonik paradoks örneğidir. 1908’deki ihtilalci müdahaleye kadar statüko ile yeni elitler arasında çözülmesi mümkün olmayan bir paradoks süregitmiş ve ancak açık bir çatışmacı tavrın sonunda hegemonya paradoksu, hegamonik dönüşümle noktalanmıştır. Bu süreçte Jöntürkler’in kararsız ve pazarlıkçı muhalefetinin İttihat Terakki eliyle devrimci politikaya dönüşmesinin payı büyüktür. Cumhuriyet’te bu politikayla doğmuştur Osmanlı’dan…

Yaklaşık doksan yıl sonra yeni bir kendiliğinden dönüşüm yaşayan ‘devlet’in, İslamcı siyasi gelenekle yaşadığı süreç yine benzer bir pozisyona dönüşmektedir. Statükocu elitlerin dönüşmek zorunda kalma sıkıntısının kin dolu uzlaşımcılığı ile Milli Görüş geleneğinden gelen siyasi partiler şahsında somutlaşan yeni elit adaylarının değiştirme irade ve çapından yoksun uzlaşımcılığı, yeni bir hegemonya paradoksu doğurmuştur. Devlet içinde son zamanlarda meydana gelen ve önümüzdeki dönemde artacağı muhtemel olan ‘tepkimelerin’ anlamı budur. Derin devletin kabuk değiştirmesi, eski ve yeni elitler arasında süren çift yönlü bir ‘hazım’ ve kabullenişi zorunlu kılmaktadır. Uzlaşan, taviz veren ve ürken yalnızca islami kılıklı partiler değildir. Hegamonya çeperindeki oligarşik iktidarını baki zanneden statükocu elitler de aynı psikoloji ve pozisyonu yaşamaktadır.

Bunun anlamı şudur: Hegemonya paradoksu, siyasal elitler arasındaki soğuk barışla, kendiliğinden dönüşümün sıcak dayatmaları arasında geçici bir denge kurmuştur. Bu dengeyi bozacak olan taraf, devrimci müdahaleye hazır olduğunu ilan etmiş olacaktır.
Devletin dönüşümü ile ortaya çıkan paradoksun Devlet içi tepkimelerin yanında bir diğer sonucu da bütün topluma
ve hayatin her alanına yansıyan ‘zincirleme reaksiyonu’dur. İktidar blokunda ortaya çıkan sorunun bir benzeri de bütün toplumsal ilişkilerde kendini gösterir. Ticaret, sanayi, medya ve fikir dünyasında, sistem içi ve dışı politik örgütlenmelerde, hatta sanat ve edebiyat dünyasında dahi benzer bir paradoksal durum tezahür eder. Eski ile yeni, geçmişle yarın, var olanla olması gereken, statüko ile değişim arasında sıkıntılı, ince ve sürekli bir çelişik birliktelik dengeleri oluşur.
Yeni ticaret ve sanayi lobileri, yeni basın tekelleri, yeni fikirler ve fikir adamları, yeni siyaset ve örgütlenmeler, yeni şair, romancı ve sanatçılar, ürkek ve kararsız var oluşları ile eskileri ve eskiyi fazla zorlamadan kendilerine yer bulurlar. Yavaş ve fazla rahatsız edici olmayan titreşimlere yol açarak kendi alanlarının hegamonik çeperine dahil olurlar. Eskilerin direnişi şaşkınlık, panik ve yer yer kavga içerebilir. Ancak ‘hegemonya’nın bizatihi kendisini hedeflemeyen, aksine ondan pay talep eden her tür adımın tabii sonucu gönülsüz de olsa sisteme entegrasyon olduğu için, statüko sahiplerinin hazmetmekten başka çareleri yoktur.

Hegemonya paradoksu, devletin kendiliğinden dönüşüm sürecinde ortaya çıkan çatışmasız çelişkilerin dengesidir. Eski ile yeninin zorunlu uzlaşımı ve birbirine dönüşümü, ancak kararlı bir müdahale ile ortadan kalkar. Ülkemizin değişim geleneği, devlet, iktidar ve hegemonya düzeyindeki bu tür paradokslar ve onlara müdahalelerle doludur. Hegemonya düzeninin bizatihi kendisini hedefleyen ve toplumdan yani gerçek insanların toplamından beslenen bir değiştirici irade olmadığı müddetçe aynı tezgahın efendileri arasında “iktidar” döner dolaşır.
Böyle bir duruş ve talebi olmayan, aksine acemice elit adaylığı rolüne oynayanların paradoksal kazanımlarına bel bağlayanlar ise hayal kırıklığının çaresizliği ile yozlaşmanın pişkinliği arasında gelir giderler.
Dönüp dolaşan ile gelip giden arasındaki gerçek çelişki ise hiçbir zaman gerçek çatışmaya dönüşmez. Gerçek çatışmaların olmadığı toplumlarda gerçek değişimlere yol açacak dinamikler neşvû nema bulamaz.
Ülkemizin ve erdemli insanlarının çözmeleri gereken gerçek paradoks da budur işte…

(İlk yayın: Haftaya Bakış dergisi, 1997)

Leave a Reply