İttihatçılık: Ayışığına Tutunamayan Deniz

 

‘Silah atılmıyor 
güvercin şakırtısıdır 
şafakta yaldızlanan 
şadırvanda su 
ıhlamurlarda ezan 
görkemli bir namaz uğultusu 
heyhat 
hamzabey cami-i şerif’inden kim kaldı 
kim kaldı eski selanik’ten 
laternalar sustu 
sürahiler tenha 
tek kibrit çakılmıyor 
kim kaldı ittihat ve terakki’den 
o jöntürkler ki – `hariçten 
evrak-ı muzırra celbederlerdi’ – 
o fedailer ki barut öksürürler 
sakal tıraşları mavi 
kırmızı bıyıkları biber 
kim kaldı 
müdafaa-i hukuk cemiyeti’nden 
avcı ceketi 
körüklu çizme 
astragan kalpak 
bazen `ittihatçı’ 
hafif `iştirakiyun’ 
öfkeli kaşları salkım saçak 
kumral bıyıkları mahzun 
hani felaket tütün içerler 
ceplerinde idam fermanları 
bellerinde Söğüt yaprağı bıçak 
ya millet meclisi’nde meb’us 
ya kuva-yi seyyarede asker’

(Attila İlhan-Kim kaldı?) 

Türkiye, doğu ve batı arasındaki kritik konumu dolayısıyla hâlâ bir soğuk savaş kuşatması altındadır. Bu soğuk savaş, ancak ve sadece içerden başlatılacak bir elit dönüşümü süreci sayesinde ve bu sürecin bir sonucu olarak yeni fikir ve projelerin gündeme getirilmesi dolayımıyla aşılacaktır. Bu anlamda , toplumsal hegemonya çeperi olarak resmi ve sivil alanların kanaat önderleri ve karar vericileri anlamında ‘elit’, sadece politik olanın değil, kültürel ve ekonomik düzenin dönüşümü için de kilit bir anlama sahiptir. Weberyen anlamda patrimonyal (pederşahi) ve yarı kutsal- değişmez elitlerin egemenliğine alışkın bir siyasal geleneğin içinden radikal bir elit dönüşümü, tarihimiz boyunca iki örnek süreçle gerçekleşmiştir. İlk, İstanbul’un fethi sonrasında Fatih dönemiyle başlayan ve imparatorluğun son dönemlerine kadar süren devşirme sistemi üzerinden gerçekleşen yukardan dönüşüm; İkincisi ise Tanzimat’a tepki olarak doğan ve Cumhuriyet’in kuruluşuyla sonuçlanan Jöntürk kuşaklarının aşağıdan gerçekleştirdiği dönüşümdür.

Yeni Türkiye için elit dönüşümü:

Yeni Osmanlılar, Jöntürkler ve İttihat Terakki örneği

İlk elit dönüşümü, Anadolu beyliklerinin konfedere birliği olarak büyüyen Osmanlı Devleti modelini dönüştürerek emperyal özellikte merkezi bir devlet yapısını inşa etmiştir. 1402 yılındaki Ankara savaşında Timur’un safına geçen Anadolu Beyliklerinin yol açtığı bozgun nedeniyle Osmanlı, İstanbul’un fethi sonrasında adeta Anadolu’ya ve Türk kökenli unsurlara küsmüş, bu nedenle devlet yönetiminde devşirme modeli benimsenmiştir.

İkinci dönüşüm ise devşirme modelinin yozlaşması ve Yeniçeriliğin ilgâsı sonrasında yapılan Tanzimat reformlarının doğurduğu kozmopolit  elit yapısına tepki olarak gelişmiştir. 1860’lardan itibaren gelişen Yeni Osmanlı-Jöntürk aydın kuşağı, önceleri devlette reform ve yenilenme talepleri ile sahneye çıkmış, İttihat Terakki Cemiyetinin(İTC) örgütlenmesi ile beraber alternatif bir elit olarak iktidar mücadelesine girişmiştir. İTC’nin 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber devlet kertesinde yer alması, bir tür Osmanlının kuruluş sürecindeki gibi aşağıdan, çevreden ve devlet dışından yükselen elitlerin devlete el koyması şeklinde okunabilir. Nitekim bu kuşak Sünni/Türk görünümlü ama batıcı ve –halkçı görünümlü ama devletçi-etatist-bir elit yaratarak ulus-devleti inşa etmiştir.

Jöntürk-İttihat Terakki geleneğinin sahneye çıkışı, 600 yıllık bir düzenin çöküşünü engellemek ve milletin varlık ve bekâsı için devlete rağmen (ve devletin de gücünü kullanarak) kavgaya atılması, modern Türkiye tarihi içinde ilk ve örnek bir elit dönüşümü modeli olarak incelenmelidir. Jöntürk-İTC analizi, sadece bir örnek elit dönüşümü açısından değil, ülkemizin derin iktidar bileşenleri ve oyun kuralları açısından da  oldukça verimli ipuçları ile doludur.

İlk kuşak: Yeni Osmanlılar

Osmanlı’nın çöküş sürecinde III. Selim’den beri devam eden yenilenme çabaları, Fransa etkisiyle yeniçeriliğin ilgâsından başlayarak 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları’yla birlikte Düvel-i Muazzama’nın ‘gözetim ve denetimine’ girmişti. II. Mahmut’un Yeniçeriliği kaldırması dışında, görüntü ve kabuk değiştirme düzeyinde süren yenilik çabaları, her defasında yeni sorunlar yaratan fasit bir daireye dönmüştü; gayri müslimlerin eşitlik hakları ayrılıkçı eğilimleri güçlendiriyor, orduyu yenileme gayretleri ise borçlanma yoluyla, ordunun karşısında kullanılacağı Batılı güçlere bağımlılığı pekiştiriyordu.

İngiltere açısından Hindistan yolunun güvenliği ve Rusya ile Almanya’nın denizlere açılmaması için, 1900‘lere kadar Osmanlı’nın ‘hasta adam’ halinde yaşaması gerekiyordu.

Bu politika gereği hem reform çabaları destekleniyor, hem de yıpratma ve zayıflatma politikaları uygulanıyordu. Fransa için de çapı ölçüsünde benzer bir politika söz konusuydu. Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Rusya’yı dengeleme politikası gereği Fransa kollanıyor ve yenilenme prototipi olarak ayrıca taklit ediliyordu.

İşte bu vasatta, tarihçilerin ‘Yeni Osmanlılar’ olarak isimlendirdiği ilk aydın kuşağı sahneye çıktı. Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi ve sonradan Ali Suavi ve Mizancı Murat gibi isimlerin öncülüğünde başlayan muhalif çizgi sonraki bütün jöntürk kuşaklarının eylem ve söylemine damgasını vurdu.

1865’te Namık Kemal ve beş arkadaşının Belgrad Ormanları’nda kurduğu İttifak-ı Vatan cemiyeti, İtalyan Carbonari hareketinden esinlenen ilk gizli cemiyetti.

Tasvir-i Efkar, İbret, Muhbir, Mizan gibi yayınlar ise, okuma yazma bilen efkar-ı umumiyeye hitap eden ilk propaganda faaliyetiydi. Namık Kemal’in ‘Vatan’ ve ‘Hürriyet’ temalı şiirleri, özellikle 1873’te sahnelenen ‘Vatan yahut Silistre’ piyesi, genç nesli saran muazzam bir heyecan dalgası yaratıyordu.

Bu kuşak, Mısır hidivi olamadığı için padişah Abdulaziz’le kişisel kavgası olan Mustafa Fazıl Paşa’nın himayesi ve Fransız sefaretinin yardımıyla Paris’e gitmiş, ardından M. Fazıl Paşa’nın padişahla anlaşıp desteği kesmesi üzerine İstanbul’a dönüp devlet görevleri almış, sonra tekrar sürgün edilmiştir.

Bu serüven, aydın ve dava adamlığının bugüne de ışık tutan bazı özelliklerini mayalamıştır; devletten himaye arama, bulamayınca devlet dışı bir güce ya da yabancı bir devlete sığınma, yani her halükarda üstün bir güce intisap etme ihtiyacı duymaktır. Bu tutum, esasen güç birikimi anlayışının tabii sonucuydu. Zira Yeni Osmanlılar, içinde büyüdükleri kadim devletin gücünü iyi tanıyor ve ona denk bir güç sahibi olmanın yollarını arıyorlardı. Bu anlamda, himayecilik, jöntürkler için bir tür kuvvet çarpanı olarak bilinçli şekilde tercih ediliyordu.

Mithat Paşa’nın Abdulaziz’i devirip önce V. Murad’ı, ardından II. Abdulhamid’i tahta çıkarması ile birlikte Yeni Osmanlılar kısa bir ümide kapılmışlardı. Namık Kemal, Ziya Paşa ve Şinasi’nin de bulunduğu bir komisyon, Kanun-i Esasi taslağını hazırladı. Ancak Abdülhamit, Mithat Paşa korkusu nedeniyle 1877’de Rusya ile savaşı bahane ederek bu ilk anayasayı rafa kaldırdı. Mithat Paşa ise önce sürgün edildi, ardından 1884’te, Abdulaziz’i öldürtmekle suçlandı ve Taif’te boğularak öldürüldü. Böylece 30 yıl sürecek istibdat dönemiyle birlikte, Jöntürkler’in serüveni yeni bir safhaya girdi.

Tanzimat’ın üç ünlü paşası, İngiliz eğilimli Reşit, Fransız eğilimli Ali ve Fuat Paşalar döneminde muhalefete başlayan Yeni Osmanlılar’ın devlet ile ilişkileri bir tür baba-oğul ilişkisi tarzında gelişti. Hem paşazade olmayan kökenleri, hem de devlet memuru olmaları nedeniyle olsa gerek, devletle ve aynı anlamdaki padişahla kurdukları bu ilişki tarzı, giderek bir aşk-nefret denklemine dönüşecekti. Bu da herhalde o dönem için sadece Osmanlı muhaliflerine özgüydü.

Öyle ki, Mithat Cemal Kuntay’ın aktardığı şekliyle, “..Fuat Paşa, Tasvir-i Efkâr muharriri Namık Kemal Bey’i, altında ağlamak şartıyla asmak istiyordu.” Fuat Paşa’nın bu ilk muhalif kuşağa bakış açısı, o günden beri adeta devletin politikası oldu. Reform, yenilik ve değişim talebiyle ortaya çıkan her muhalif kuşağı devlet, idam, hapis ya da sürgün ederek ‘ağladı’.

Yeni Osmanlılar’ın devletle, devletin de ilk ‘yaramaz çocukları’ ile ilişkisi, Nietzsche’nin Platon’un ‘devlet’i üzerine söylediği “Devlet, bir kuşağın tinsel enerjisini, ancak varolan kurumların çıkarlarına hizmet edecek bir biçimde serbest bırakır.” sözünü doğrulayacak nitelikte idi. Yani değişen dünya koşullarını ‘hissederek ‘çökeceğini anlayan ‘devlet aklı’, en yetenekli çocuklarını sahneye çıkartıyor ama -yeni olan herşey karşısında olduğu gibi- sınırlarını ve sonuçlarını ‘denetlemekte’ zorlanıyordu. Aynı şekilde genç muhalifler de, Fransız Devrimi’nin yıkıcı ve yeniden kurucu sloganlarını, kadîm Osmanlı mülkünün bekâsına göre uyarlamak gibi paradoksal bir zihniyet ve gaye peşinde idiler.

Macar kökenli Türkiyatçı A. Vambery’nin Jöntürkler için yaptığı değerlendirme, bu paradoksu yeteri kadar açık tavsif ediyor:

“..saatlerce kendileriyle görüştüm. Ecdatları için besledikleri hayranlık ve hürmet, hükümdara karşı duydukları hürmete muadil idi. Vakıa ihtilalci idiler, fakat ‘sadık’ ihtilalci .. O saf Almanlara benziyorlardı, ki memleketlerinde cumhuriyetin tesisini isterler, lakin başında bir Grandük bulunmak şartıyla…”(Aktaran Y. Küçük, Aydın üzerine tezler, C. 2, s. 178)

Marx, “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama devraldıkları koşullar içinde” diyor. Jöntürkler, bir askerî tarım imparatorluğunun kadîm düzeni ‘içinde’ durarak, ama ilk defa hanedan dışında tarihe müdahale etmenin örneği idiler. Osmanlı mülkünün sahibi olarak hanedanlığın bu ilk ve modern sorgulanması, tabii olarak naif ve sınırlı bir perspektife sahipti. Örneğin vatan, millet ve hürriyet kavramlarına yüklenen anlam ve yapılan aşırı vurgu, aslında dolaylı bir hanedan eleştirisiydi. ‘Sultan-ı şahane’ uğruna yaşamaya ve ölmeye alışkın kul toplumunda, bu tek mutlak gücü anmadan, asıl Mülk sahibine (millete) ve Mülk’ün bizatihi kendisine (Devlete ve Vatana) vurgu yapmak, o dönem için hem bir ilkti , hem de cesur bir eleştiri denemesiydi. Bu dolaylı çağrışımlar, îmâlar ve semboller usûlüyle geliştirilen muhalif söylem, Türk siyasal geleneğinin temel dili olarak bugünlere kadar gelişerek devam etti.

Yeni Osmanlılar’ın dönemin şartlarıyla sınırlı ufku ve devletle ilişki tarzları, hem pratik hem de teorik düzeyde bir diğer jöntürk özelliği olan pragmatizmin mayalanmasını sağladı. ‘Dalalet ve gaflet içindeki hanedanlığa rağmen, bir an önce çöküşü durdurmak için reformlar yapmak’ şeklinde özetlenebilecek fikri istidat, bütün ilhamı veren Avrupa semalarından, yeni olarak sadece acil addedilen fikirleri seçerek aldı. Öyle ki, sosyalizm, cumhuriyet, ulus, ulusal pazar gibi rüzgarların estiği Paris cafe ve salonlarından, jöntürklerin kulakları sadece ‘hasta adamı’ tedaviye yarayacak vatan, anayasa, meclis ve hürriyet seslerini algılıyordu.

Jöntürkler’in fikri yapılarının bu sığ ve eklektik karakteri, pratik sorunları acilen çözmeye dönük pragmatizmin ürünüydü. Aynı şekilde sürgünde dahi Padişah’a ‘Layiha’lar hazırlayıp kabulünü bekleyen ve en küçük bir olumlu sinyal alınca yurda dönüp devlette memuriyete başlayan pratik tavırlar da, dönemin Avrupa, Balkanlar ve Rusya’daki ihtilalci kadrolarıyla kıyaslandığında, anlaşılması mümkün ama kabulü zor bir kişilik yapısı görülmektedir.

İkinci kuşak: Mülteci muhalefet

1889 yılında, Namık Kemal’in şiirleri, Mithat Paşa’nın trajik sonu ve Mizancı Murad’ın dersleriyle yetişen Tıbbiye ve Mülkiye öğrencileri, ‘Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’ni kurdu. İbrahim Temo, İshak Sukuti, Çerkez Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım ve Ahmet Rıza gibi isimlerin öncülüğünde kurulan ve sonradan ‘İttihat ve Terakki’ olarak ismini değiştiren Cemiyet, jöntürklerin ikinci kuşağının sahneye çıkışını ifade ediyordu. Osmanlı Birliği perspektifi ve Abdülhamit İstibdat’ına son vererek Anayasa ve Meclisi tekrar yürürlüğe koyma ülküsü etrafında şekillenen cemiyetin merkezi Selanik ve Paris’ti. Bu kuşak, Yeni Osmanlılar kadar İstanbul’da ve devlet üzerinde etkili olamasa da, Jöntürklüğün sonraki tüm serüvenine damga vuran şiddet kullanımı, ayrışma ve iç çatışma, komitacılık ve yarı askeri kadro ve eylem karakteri gibi özelliklerin yeşermesi söz konusu oldu. 1908 Meşrutiyet Devrimi’ne kadar, başta Selanik ve Paris olmak üzere, Manastır, Edirne, Kosova, Cenevre, Londra gibi merkezlerde faaliyet yürüten cemiyetin ideolojik dönüşümü ve parçalanması da bu döneme rastlar.

Üslup ve yöntem olarak giderek keskinleşen muhalefet mensuplarının sınıfsal yapısındaki değişim de bu sürecin nedenlerinden biridir.  Tıbbiye ve Mülkiye gibi okulların, ilk defa taşradan ve küçük memur, esnaf çocuklarından talebe almasıyla birlikte önce bu okullarda ve giderek devlet bürokrasisinde beyzadeler-taşralılar çelişki ve çatışması yaşandı. İttihat Terakki’nin hızla örgütlendiği ilk sosyal küme, işte bu okullarda ki taşra kökenli talebelerdi. Böylece modern siyasal geleneğin sınıfsal karakteri ilk örneğini de üretmiş oldu. Bu biyolojik dönüşüm, Prens Sabahattin vakasında keskin bir ayrışmaya neden oldu. Kendine özgü liberal tezleri olan Prens Sabahattin grubuyla, Paris’te İTC’nin yayın organı Meşveret’i çıkaran Ahmet Rıza grubu arasında 1902 kongresinde ihtilaf yaşandı. Ve Prens Sabahattin “Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet’ cemiyetini kurarak İttihatçılarla yollarını ayırdı.

Öte yandan, başta Fransa, İngiltere ve sonradan Almanya olmak üzere, batılı devletlerin Jöntürk muhalefetini kullanmaya dönük eğilimleri ile ittihatçıların stratejik ve taktik himaye arayışının örtüşmesinden doğan karmaşık ilişkiler de bu döneme rastlar. Bir yandan etkisi abartılsa da Talat Bey, Dr. Nazım, Emmanuel Karasu ve Abdullah Cevdet gibi isimler üzerinden masonik bağlantılar, öte yandan Osmanlı kimliğinin korunması amaçlı güçbirliği politikası gereği Ermeni, Sırp, Bulgar ve Makedon çeteleriyle kurulan ittifaklar, bu ilişkilerin karmaşıklığıyla orantılı bir kafa karışıklığına yol açıyordu. İkinci jöntürk kuşağı, güçlenmek ve iktidara biraz daha yaklaşmakla birlikte, ‘devlet’e ve millete yabancılaşma riski barındıran farklı bir kulvara giriyordu. Gizlilik ve komitacı faaliyet tarzının da etkisiyle esrarengiz bir güce ulaşan cemiyetin yayın organlarında pozitivist esintili makaleler yayınlanması, dini ve örfi değerlerin sorgulanması, özellikle Abdülhamid’in İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) aleyhine propagandalarına malzeme veriyordu. Ancak yine de istibdada karşı olan ulema ve İslamcı aydınlardan da İTC mensuplarının olması nedeniyle ciddi bir meşruiyet sorunu yaşanmıyordu. Gerçi bazı jöntürkler konusunda neredeyse ittifakla kabul edilen pozitivist ve laik karakter, bugün örneğin herhangi bir İslamcı cemaatin ya da tarikatın pozitif ilimler ve teknoloji merakıyla kıyaslanamayacak kadar zayıf ve belirsizdi. Ama tıpkı ‘sultan’a muhalefette olduğu gibi, o gün için söylenen sözü dine refere etmeyen her fikir, rahatlıkla din dışı ve din karşıtı olmakla itham edilebilmekteydi. Şüphesiz bunda saraya bağlı devletlü ulema ve meşayih’in etkisi büyüktü. Yine de İTC, giderek hem fikri çeşitlilik hem de iç hizipleşmeler anlamında bir tür ‘cephe’ örgütü haline gelmekteydi.

Aynı şekilde bireysel ideolojik karakter de eklektik olmanın ötesinde çelişik ve paradoksal bir hüviyete bürünüyordu. İTC önderleri aynı anda hem batıcı ve batı düşmanı, hem Osmanlıcı hem Türkçü, hem İslamcı hem pozitivist, hem milli hem kozmopolit bir çizgiyi savunabiliyorlardı. İttihatçılık bu yönüyle fikir ve ideolojiyi asıl amaca hizmet ettiği ölçüde ve fanatik olmadan savunabilme kabiliyeti anlamını kazandı.

İTC’nin özellikle Selanik ve Manastır’daki öğrenciler ve askerler arasında güçlenmesi, şüphesiz Balkanlar’daki toprak kayıpları ve ayrılıkçı eğilimler karşısında yaşanan çaresizliğin sonucuydu. Sanki, Balkanlar’daki fetihlerle büyüyen devlet, şimdi oradaki kayıplarla çöküyordu. Dolayısıyla sınırda başlayan çöküntüye karşı direniş eğilimi de aynı noktada güçleniyordu. Bu süreç İTC’nin yarı askeri karakter kazanması ve şiddeti bir araç olarak daha fazla kullanmaya başlamasını doğurdu.

Üçüncü kuşak: Suyu arayan adamlar

1907-1918 yılları arası, jöntürklerin ve Osmanlıların son devresidir. Bu dönemde İTC artık romantik bir mülteci hareketi olmaktan çıktı ve 600 yıllık hanedanlığın erkini paylaşan yeni bir iktidar bileşeni olarak denkleme yerleşti. Ancak daima geri planda kalarak sadrazam ve paşaları yönlendirmeye dayalı ittihatçılıkla özdeş bir iktidar oluş pratiği sergiledi. Bu yöntem aslında devleti yönetme yeteneği ve kadrolarına sahip olmamaktan kaynaklanıyordu. Ama kapalı olmanın verdiği kudreti olduğundan güçlü görünme kurnazlığıyla telif edebildikleri için, hep iktidarda kalmayı başardılar. Nitekim ilk seçimlerde politik hileler, Hürriyet ve İtilaf ya da Ahrar fırkası gibi İTC muhalifi partilere karşı çeşitli baskı ve yıldırma taktikleri ve siyasi suikastler, İTC’nin siyasi geleneğimize kazandırdığı yenilikler olarak tarihe geçti.

II. Abdulhamid’e karşı Meşrutiyet davası yani anayasa, meclis ve hürriyet talebi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Rusya, Japonya, Çin, İran ve Hindistan gibi batı dışı dünyanın hemen hepsinde yaygın olan adeta moda bir talepti. Özünde askeri tarım devletlerinin tasfiyesini ve uluslaşmayı içeren, ideolojik ilhamını Fransız ihtilalinin eşitlik, kardeşlik, özgürlük, vatan ve millet gibi yeni kavramsal paradigmadan alan bu moda, evrensel ve tarihsel bir değişimin işaretiydi. Dünya yeniden kuruluyordu ve esen rüzgara karşı duranların hiç bir şansı yoktu.

İttihatçılar, Osmanlı halklarının birliğini korumanın ve Osmanlı devletinin bu yeni siyasal rüzgara göre yeniden formatlanmasının zorunluluğunu görmekte ve bunu dönemin en yaygın, en rasyonel formülüyle olabileceğini savunmaktaydılar. Devlet bir hanedana tapulu olmaktan çıkıp millete tapulanmalıydı ve bunun o gün için en mümkün formulü meşruti-anayasal bir düzendi. Hak ve hürriyetlerin temini, meclisin temsili rolü ve yeni üretim sisteminin diğer gerekleri, hem farklı etnik-dini unsurların ayrılmasını engelleyecek hem de kadim düşmanların askeri teknolojideki gelişmesine yetişmeyi sağlayacaktı. Tabii ki çoğunluğu asker olan İttihatçı kadroların bu konularda fikri bir derinliği yoktu. Ama sorunların nedenlerine dair tespitleri ve çözümlere dair hissi önerilerinin dışında ne devlette ne diğer çevrelerde başka da bir seçenek yoktu. Nitekim dünyanın batılılaşması ve batının da giderek modernleşmesi, bu fikri çizginin doğruluğunu ispat edecekti. Batıda esen milliyetçilik rüzgarının gayrı müslimleri etkileyip ayrılmaya teşvik edişi karşısında öncelikle Müslüman halkları bir arada tutmaya yönelen İttihatçılar, -Balkan savaşı sonrası Arnavutların ayrılması ve ardından I. dünya savaşı ile Arapların da kopuşu karşısında Osmanlıcı-İslamcı birlik formüllerinin geçersizliğini bizzat tecrübe etmişlerdi. Ancak bu askeri yenilgi nedeniyle gerçekleşmişti ve koşullar uygun olduğunda yeniden bir üst konfederasyonla birleşmek mümkün olacaktı. Bu neden I. dünya savaşı sonunda bile bir şekilde İttihatçı kadrolar kendi ülkelerinin yeni kuruluşlarında derin bir aidiyet duygusuyla yer aldılar. Bu kadroların asıl tasfiyesi, bu derin aidiyeti fark eden Anglo saksonların II. dünya savaşı sonrasındaki operasyonları ile gerçekleşmiştir.

Öte yandan II.Abdulhamid’in temsil ettiği Osmanlı hanedanının kendini koruma refleksinin bir türlü İttihatçı iradenin bu rasyonel istek ve taleplerini kavrayamaması, aslında Osmanlı devletinin çok daha erken yaşayacağı bir çok reformun ertelenmesine yol açmıştı. O dönem hemen bütün aydınlar ve farklı unsurlara karşı müstebit bir tutumla yaklaşan Abdülhamid, esasen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ordusunun 1830’larda Kütahya önlerine kadar gelmesi yani olası bir hanedan değişikliğinin yaşanacağı korkusunu temsil ediyordu. Zira o dönem Avrupa’da ve Asya’da bir çok devlette hanedan değişiklikleri yaşanmaktaydı ve Osmanlı hanedanı 1830’lardan itibaren en çok Mısır merkezli bir rakip hanedanın kendilerini alaşağı edeceğine inanıyordu. Sultan Hamid’in 1876’da Mithat Paşa desteğiyle tahta çıkışında anayasa ve meclisi açma sözü vermesi, daha sonra Osmanlı- Rus savaşı bahanesiyle bundan vaz geçmesi, aslında o tarihlerde Mithat Paşa’nın Fransa’ya yakınlığı ve Fransa’nında Mısır’daki Kavalalı ailesine desteğinin ciddi bir rolü vardı. Sultan Hamid, I. meşrutiyeti ilga ederek, hem hanedana dair bu yakın tehdidi ertelemiş oldu hem de o tarihlerde Meşrutiyetin İngilizler için Mısır ve Hindistan’a, Ruslar için de Rusya’ya ‘kötü örnek’ olacağı varsayıldığı için İngiltere ve Rusya’ya bir tür rüşvet kabilinden adım atılmış oldu. Yani Sultan Hamid için mesele Osmanlı devletinin yenilenerek devamından önce hanedanın bekasıydı ve bu amaçla İngilizlere Mısır’ı, Kıbrıs’ı, Fransızlara Tunus’u, Avusturya’ya Bosna’yı vermekten çekinmemişti.

İttihatçıları maddi ve manevi olarak destekleyen kavavalı soyundan Abbas Hilmi paşa, Sait Halim Paşa, Prens Sabahattin gibi önde gelen İttihatçı isimler, zaten Sultan Hamid’in şüphelerini doğrulamaktaydı.

Tarihçilerin ıskaladığı bu özel neden anlaşılmadan, Sultan Hamid’in İttihatçılara karşı olan tutumu doğru analiz edilemez. Aynı şekilde İttihatçı kadroların ısrarla Osmanlı hanedanını koruma çabası, Sultan Reşad’ı tahta geçirmeleri, yani sadece meseleyi Sultan Hamid’in şahsına muhalefete indirme gayretleri de   hanedan ailesindeki bu korkuyu izale etme niyetinin ifadesidir. Nitekim Sultan Hamid’in tahttan indirilmesi sonrası hemen hanedandan bir üye, Sultan Reşat tahta geçirilmiş ve ona biat edilmiştir.  Çünkü İttihatçılar için gerçekten mesele yeni bir dünya kurulurken devleti, ülkeyi ve milleti baştan aşağı yenileme zorun-luluğudur ve Sultan Hamid kendi dar görüşlülüğü çerçevesinde bu niyeti asla anlamaya bile çalışmamıştır. Abdulhamit şahsında temsil edilen bu dar görüşlülüğün siyasal devamı Cumhuriyetin kuruluşu sonrası kemalizme de sirayet etmiş ve en küçük bir farklı sese, eleştiriye, muhalefete tahammül etmeyen tek adamcı otoriter bir Hamidist istibdat düzeni Cumhuriyet çatısı altında adım adım yeniden inşa edilmiştir.

İttihatçıların iç politikada Hamidizmi alt ederek -sonradan Cumhuriyet dönemi devrimleri gibi lanse edilen- bir çok reformla devleti yeniden yapılandırma çabası, Balkan savaşları ile akamete uğramış ve ardından I. dünya savaşı ile kaçınılmaz sona doğru hızla gidilmiştir. İttihatçılık artık bir yeniden doğuş imkanı değil, varlık ve bekanın ne pahasına olursa olsun korunmasına odaklanmış bir çelik siper direnişinin adı olmuştur.

Bu dönem, bir başka açıdan şiddetin, ayrışmanın, savaşmanın ve ölümün yıllarıdır. Trajedi, dram, acı, hüzün içiçedir. Devletin genetik kodlarına kadar nüfuz eden korkuların, kaygıların ve parçalanmanın yaşandığı dönemdir. Milletin bilinçaltına kazınan travmanın tahripkar kuşatması söz konusudur.

İşte bu dönemin sayfaları 1907’de Resneli Niyazi ve Enver Paşa’nın dağa çıkmasıyla başlar. 1908’de meşrutiyet ilanı bayram ve ümit rüzgarları estirir. 1909, 31 Mart olayı sonunda Abdülhamit tahttan indirilir ve ittihatçılar fiilen iktidarı yönetmeye başlar. Trablusgarp işgali, Balkan Savaşı ve 1. Dünya Harbi.. 1914 Sarıkamış bozgunu, 1915 Ermeni Ayaklanması ve tehcir, 1915 Çanakkale Destanı, 1916 Kutül Amare zaferi ve kanal harekatı, 1917 Filistin ve Kudüs’ün elden çıkması, 1918 mütareke ve işgal… Bizim tarihimizin en uzun on yılı böyle yaşanır. Osmanlı’yı kuran idealist kuşağın ruhu adeta yıkılırken yeniden dirilmiş ve artık iç politik çekişmeler, ideolojik mücadele ve talepler bir yana bırakılarak Osmanlı’nın ölmeden önceki görkemli direnişi sahnelenmiştir. İttihat Terakki, kendinden önceki kuşaklardan farklı olarak asıl bu tarihsel misyonu ve rolüyle tarihe geçmiştir. Bu manada, yakın tarih tartışmaları içinde İTC’ye dönük haklı ve çoğu haksız eleştirilerin, bu tarihsel misyonu göz ardı ettiği söylenebilir.

Derin ruh; Teşkilat-ı Mahsusa

I.Dünya savaşı ve İTC önderliğindeki devletin son büyük direnişi, siyasal geleneğe bir çok ilki de eklemiştir. Örneğin, Enver Paşa’nın kurdurduğu Teşkilat-ı Mahsusa, modern siyasi tarihin ilk beynelmilel operasyon örgütüdür. İttihatçılar, dünya savaşına girerken düşmanların bilmediği yeni bir silahı, yaygın ve gayrı nizami savaşı sahneye sürmüştür.

İngiltere ve Rusya’ya karşı, başta Anadolu ve Trakya olmak üzere, Ortadoğu, Kuzey Afrika, İran, Hindistan, Orta Asya, Uzak Asya ve Avrupa’da, istihbarat, karşı casusluk, gerilla savaşı, yerel direnişlerin organizasyonu, propaganda ve ajitasyon faaliyetleri gibi çok boyutlu bir mücadeleye girişen teşkilatın ilk görev dağılımı, boyutu hakkında yeterli bir fikir verir: Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa ve Süleyman Askeri, İngilizlere karşı Irak’a,  Halil Paşa Rusya’ya karşı Kafkasya’ya, Rauf Orbay İngilizler’e karşı Afganistan’a, Ömer Naci Rusya’ya karşı Tahran’ı işgal etmek üzere İran’a görevlendirilmişti. Libya’da Abdulaziz el Senusi, Cezayir’de Şerif Burgiba (Habib Burgiba’nın babası) , Mısır’da Aziz Ali, Suriye’de Şekip Aslan gibi Türkistan’dan Tunus’a, Hindistan’dan Hicaz’a kadar, her bölgenin önde gelen dini, siyasi ya da aşiret liderlerinin çoğu teşkilat mensubu ya da destekçisiydiler.

Teşkilat, Trakya’da Edirne’nin işgali tehlikesine karşı göstermelik bir cumhuriyet kurmaktan, Kuzey Afrika’da gerilla savaşı organizesine, Orta Asya’dan Hindistan ve Afganistan’a kadar İngiltere ve Rusya aleyhine her tür propaganda ve eylemden,  Filipinler, Malezya ve Japonya’da propaganda faaliyetine, silah ve mühimmat temininden, casusluk etkinliklerine kadar, Osmanlı ufkunun dahi ötesinde çok yönlü bir savaş pratiği geliştirmişti.

1919’da  İstanbul’un işgali sırasında, MM ve Karakol Teşkilatı’nı kurarak Anadolu’ya silah ve kadro sevk edilmesi ve Kuva-yı Milliye, Kuva-yı Seyyare , Müdafaa-yı Hukuk gibi yerel direniş odaklarının örgütlenmesinde de teşkilat mensuplarının rolü büyüktü.

Enver Paşa Türkiye’den ayrılırken Teşkilatı, Hüsamettin Ertürk’ün liderliğine bıraktı ve ismini ‘Umumu Alem İslam ihtilal Teşkilatı “olarak değiştirdi.

1950’li yıllarda Türkiye’deki Amerikan görevlisi P. H. Stoddard, muhtemelen CIA’nın soğuk savaş dönemi hazırlığı içinde olduğu bir zamanda, Teşkilat-ı Mahsusa konulu bir tez çalışması yapar ve kurucu liderlerden Kuşçubaşı Eşref’i bularak Teşkilat hakkında bilgiler alır. Kuşçubaşı’nın Stoddard’a söyledikleri, dönemin atmosferi ve teşkilat kadroları hakkında aydınlatıcı izler taşımaktadır:

Osmanlı Devleti içinde gaye ve fikir birliği yapmak, bütün Türkleri bir bayrak ve bir devlet telakkisi altında birleştirmek, temsil ettiğimiz manevi iman nizamı olan müslümanlığı takip edilecek harici siyasetin müteessir kuvveti haline koymak ve bunun kadrosunu yetiştirmek gayesiyle Teşkilatı Mahsusa kurulmuştu…

“…İçimizden kimsenin kaybedecek birşeyi yoktu. Davamızın haklı olduğuna ve çalışmalarımızın mühim olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu gözardı etmeye meyyaldik. Hiç değilse harbin sonunda etrafımızdaki dünya çökmeden, ufak tefek birkaç zafer kazanabilirdik.. Durmadan çalıştık.. Bu işe gönül vermiştik.. Mantık ne derse desin.. Hiç bir zaman filozof ya da siyasetçi olmadım ve bu işten iyi dostlar, yara izleri ve kalça çıkığı, birkaç madalya ve memleketim için çok iyi döğüştüğümü bilmenin verdiği manevi tatmin dışında hiçbir şey elde etmedim…” (P. H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İst. 1957)

Gazeteci Avni Özgürel, Teşkilat’ın gayesi ve misyonu ile ilgili şu özet bilgileri veriyor:

“Araştırmalar Teşkilat-ı Mahsusa’nın Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan geniş coğrafyada 50’ye yakın bağımsız devlet yapılanması planladığını gösteriyor. Örgütün lider kadrosunda görev almış kişilerden biri olan ve Teşkilat-ı Mahsusa konusunda şimdiye kadar yapılmış tek akademik çalışmanın sahibi Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Philip Stoddard’la görüşmesinde örgütün amacını şöyle ifade ediyor:
‘Gaye, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizme, vasıl olmaktı. Diğer taraftan da Türkleri siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktı…’
Böylesi bir yapılanma Hindistan’da Hint Müslümanları’nı ayaklandırmaktan başlayarak batıya doğru İngiltere’yi Afganistan’da, Fransa’yı, Suriye’de ve Lübnan’da, İtalya’yı Trablus- Garb’ta köşeye sıkıştırmayı hedeflemişti.
Teşkilat-ı Mahsusa bir dönem Osmanlı hakimiyetinde olan toprakların İstanbul’la siyasi bağını sürdürmenin imkânsız denecek derecede zor olduğunun farkındaydı. Örneğin Kuzey Afrika’da Trablusgarb, Mısır, Çad, Habeşistan ve Sudan’da yeni devletler kurulması kaçınılmazdı. Örgüt bu devletlerin Batı’nın sömürgeci güçlerinin yönlendirmesinden kurtulup gerçek manada bağımsız devletler olması için çalışacaktı. Nitekim öyle de oldu. Son dönemde her meslekten sayıca 30 bini bulan kadrosuyla imparatorluğun en iri yapılarından biri olmuştu Teşkilat-ı Mahsusa.
Örgüt Şeyh Ahmed El Sunusi’yi Trablusgarp’tan bir denizaltıyla İstanbul’a kaçırmayı başarmış, Enver Paşa’nın yönetiminde Türkistan Seferi’ni planlamış, Afganistan’da hedeflenen siyasi yapının kurulması için Kabil’e Cemal Paşa’yı göndermişti. Bunlar örgütün hareket kabiliyetini göstermesi bakımından önemliydi. Anadolu-İran-Hindistan çizgisinde mezhep ayrılıklarına karşı politika oluşturmak üzere özel bir çalışma başlatan Teşkilat-ı Mahsusa, bir taraftan Rusça dahil beş yabancı dil bilen entelektüel birikimiyle İttihatçılar arasında temayüz etmiş olan Baha Said Bey’in sorumluluğunda sosyolojik araştırmalar yaptırırken diğer taraftan Hindistan’a Sünni imamlar gönderilmek suretiyle, Kara Vasıf’ın başkanlığında İslam İhtilal Komitesi oluşturulmuştu. Aynı şekilde Hicaz şeyhlerinin çocuklarının özel olarak eğitilmesi maksadıyla Galatasaray Lisesi’ne getirilmesini sağlayan örgüt yanı sıra Mısır’dan bir grup din adamının Muğla’da bir çiftlikte misafir edilmesini organize etmişti.
İttihat Terakki’nin bir yandan Teşkilat-ı Mahsusa gibi faaliyet alanı alabildiğine geniş bir istihbarat örgütü kurarken, öte yandan İslam dünyasında İttihat-ı İslam fikrinin oluşması için eğitim ve yayın faaliyetlerine yöneldiği de biliniyor. ..İttihatçılar’ın, Teşkilat-ı Mahsusa’ya paralel bir sivil örgüt kurduğu bilgisi mevcut. Cemiyeti Hayriye-i İslamiye adıyla oluşturulan bu sivil toplum örgütünün Medine’de bir İslam Üniversitesi kurduğu ifade ediliyor.
 “(Avni Özgürel, 29.11.2009-Radikal)

I. Dünya savaşında işte bu ruhla savaşan kadrolar 1918-1922 yılları arasında yenilgiyi de kabullenmedi ve birbirini tamamlayan iki ayrı koldan tekrar direnişe geçti. İçeride, yani son kale olan Anadolu’da, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal gibi komutanların ve savaş sonrası Anadolu’ya dönen Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarının önderliğinde Milli Mücadele başlatıldı. Dışarıda, yani Asya’da ise Enver Paşa ve diğer İttihatçıların önderliğinde Panislamist özellikli anti emperyalist mücadele başladı. Mustafa Kemal’in  Enver Paşa’ya karşı kişisel çekişmesi ve korkusunu içerse de, bu iki farklı yol aslında birbirini tamamlıyor ve Anadolu’da yeni bir devletin kurulmasının şartlarını hazırlıyordu. Enver Paşa ve İttihatçılar, bir yandan yeni Sovyet rejimiyle diyaloga girerek hem Sovyetler’in İngiltere’ye karşı Almanya ile ittifak yapması için diplomasi yürütüyor, hem de Anadolu’da süren mücadeleye ve Asya’da başlatılacak Anti-İngiliz ihtilallere Sovyet desteğini sağlamaya çalışıyordu. Sonuçta, M. Kemal’in temsil ettiği, pragmatizm ve realizme dayalı seçenek kazansa da, Enver efsanesinin bütün Asya’da ve İslam Alemi’nde başına bela olacağından korkan İngiltere’nin M. Kemal liderliğindeki Ankara hükümetine ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne ‘razı’ olmasında Enverizm’in varlığının payı büyüktür. Nitekim İngiltere, Sovyetlerle anlaşma yolunu seçerek 1921 Mart ayında anlaşma yapmış, Sovyetlerin Anti-İngiliz hareketlere desteğinin kesilmesini şart koşmuştur. Bu antlaşma, dolaylı olarak yeni Türkiye Hükümeti’ni de kabullenmenin yolunu açmış ve sonuçta İngiltere Yunanlılar’dan desteğini çekerek Ankara Hükümeti’ni tanımıştır.

Sovyetler’in İngilizler’le anlaşması, Enverist seçeneğin kaybettiğini kesinleştirmişti. İngiltere, anlaşma yaptıktan hemen sonra Rusya’ya nota vererek, Afganistan’da İngiltere aleyhine faaliyetlerde bulunan Cemal Paşa’ya Rus desteğinin sona ermesini istemişti. Sovyet liderlerinin ‘nefes almak’ bahanesiyle anti-emperyalist faaliyetlerden vazgeçme politikası hemen etkisini göstermiş ve Enver Paşa’nın faaliyetlerine karşı tedbirler alınmaya başlanmıştı. Yolun bittiğini anlayan ve Ruslardan hıncını almak amacıyla Türkistan’da Basmacı Hareketi’ni Ruslar’a karşı ayaklandırmak için uğraşan Enver Paşa, Pamir Dağları’nda her zamanki cesareti ile adeta intihar saldırısı olarak aktarılan bir çarpışmada şehit düştü. Sait Halim, Cemal, Talat Paşa ve bir çok önde gelen lider kadro, İngiltere ve Rusya destekli Ermeni tetikçiler tarafından katledildiler. Bazı ittihatçı kadrolar, M. Kemal tarafından sürgün edildi. Geri kalanlardan bazıları ise 1926 yılında Atatürk’e suikast olayı bahanesiyle idam edildiler. Böylece İttihatçı çizgi, yenilgisi ve tasfiyesiyle dahi yeni bir cumhuriyetin kuruluşuna hizmet ederek, amacına ulaşmış bir şekilde fiziken tasfiye edilmiş oldu.

Kemalist kadrolar, yaşanan travma ve çöküşü ittihatçıların Almanya safında bir oldu bitti ile savaşa girmesine bağlamak suretiyle tasfiyeyi haklı çıkarıyorlardı, ama aslında en ciddi rakiplerinden kurtulmuş oldular. Tarihi bir belge olmamakla birlikte, Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra ve tabii isyanın ‘etkisiyle’ Musul’a el koyan İngiltere’nin, bir yan istek olarak son İttihatçıların tasfiyesini de dayatmış olması ihtimal dahilindedir.

1826’da Fransa’nın arzusu yönünde Yeniçeriliğin kanlı tasfiyesi gibi, tam yüz yıl sonra 1926’da İngilizler’in arzusu yönünde ittihatçılık tasfiye edildi. Genç cumhuriyet, milletin varlık ve bekası davasında Osmanlı çınarının köklerinden filizlenen yeni bir damar halinde yoluna koyuldu.

İttihatçılar neden kaybetti?

Kemalist kadroların ittihatçılara yönelik suçlamalarında haklılık payı  var mıydı? Mustafa Kemal’in Enver Paşa çizgisine yönelik maceracılık nitelemesi, sonuçta yenilgiyi kabullenmişliğin realizmini ifade ediyordu. Yine Almanya’nın Ostpolitik’inin başarısızlığı da İttihatçılığın yanlış tercihini değil, savaşın yenilgiyi de içeren kadim yasasının eseriydi. Oysa sorun çok daha derindeydi. Tarihte geç kalmışlığın ve de yeni güçlerin tarihe çok daha başka kural ve donanımla çıkmasının İttihatçıları da aşan nedenlerine bakmak, belki daha sağlıklı değerlendirmelere imkan verecektir.

Başından beri bütün Yeni Osmanlı-İttihatçı çizgisine egemen olan bir zaaf, bizce temel hataydı:İttihatçılar, İngiliz emperyalizmini ve ekonomi-politiğini kavrayamamışlardı ve bu nedenle gücünü de küçümsemişlerdi. Bütün batı seyahatlerinde, doğunun geri kalmasını kötü yönetimlerde, batının ilerlemesini yeni politik araçlarda gören fikri sabitelerini pekiştirecek malzemelerle donandılar. Belki de padişah ve devletle olan o bize özgü ilişki tarzının etkisiyle, sadece devleti ve doğru ya da yanlış politikalarını eksen alıyorlardı. Oysa İngiltere, daha doğrusu asıl adıyla Britanya, Portekiz ve Hollanda Emperyalizmi’nin devamı ama yeni ve daha orijinal bir örneği olarak ekonomi-politik bir deniz gücüydü. Doğulu zihnin askeri-dini temelli kara gücü algılamasının sınırlarını aşan ve   yeni olguları ifade eden kavramlar ve araçlar yoluyla anlaşılması mümkün olan bu gerçeğin, Jöntürkler tarafından ıskalanması, sadece Britanya politikalarının değil, içerde sürdürülen reform taleplerinin de eksikli ve paradoksal olmasının, dolayısıyla başarısızlığın temel nedeniydi. Salt iktidar hedefi ve yine iktidarın askeri tarzda kullanımıyla büyük güçlere direnme yönteminin yenilgiyle sonuçlanacağını kestirmek, o gün ve İttihatçı psikolojisiyle kavranması imkansız bir şeydi. Öyle ki, 1900’lü yılların başında petrolün sanayi hammaddesi olarak kullanılacağının anlaşılması üzerine, Hind yolunun güvenliği politikasını terk edip, Ortadoğu’nun ele geçirilmesi politikasına yönelen İngiltere’ye karşı, hem devletin hem de İttihatçıların eski algılama ve anlayışlarını değiştirmemelerinde de, bu imkansız olan neden yatıyordu; Devlet’te, İttihatçılar da üst yapı ve ideoloji değişiminin sembolü olan Fransız Devrimi’ne kilitlenmiş ve altyapı, yani bilim, teknoloji ve ekonomi-politik değişimin adı olan Sanayi Devrimi’ni ıskalamışlardı. Göremedikleri şuydu; çöken Osmanlı İmparatorluğu değil, tarıma dayalı askeri düzenlerin tümüydü.

İttihatçıların ve Osmanlı devletinin savaştığı düşman, esasta bilinçaltlarında yaşayan geçmişin Haçlı-Moskof karışımı bir heyülaydı. Gerçekte ise karşılarında, hammadde, pazar, burjuvazi, ucuz işgücü, kentleşme, bilimsel ve teknolojik ilerleme, paylaşım, sermaye birikimi gibi kavram ve olgular üzerinden anlaşılması mümkün olabilecek yeni bir ekonomi-politik sürecin yarattığı yeni tip bir ‘düşman’ vardı.

Aynı yıllarda Rusya’da Sovyet Devrimi’ni gerçekleştiren kadro, sosyalizmin kazandırdığı diyalektik düşünme biçimi ve kapitalist emperyalizm gerçeğini kavradığı için, Jöntürkler’le aynı koşullarda olmalarına rağmen, Rusya’yı yeni bir kabukla yine imparatorluk çapı ve gücünde tutmayı başarabilmişlerdi.

Oysa, İttihatçılar’ın Almanya tercihi dahi, kökleri daha derinde bulunan bir zihni yetersizliğin son örneği olarak salt askeri ittifak amaçlı bir tercihti: Esas düşmanlardan biri olan Rusya ile savaşı kaçınılmaz görüyorlar ve Rusya’nın en yakın düşmanı olan Almanya ile ittifakı stratejik bir tercih olarak seçiyorlardı. Oysa Almanya’nın kendisi dahi, emperyalist paylaşım kavgasına ekonomik politikaların zorunluluğu nedeniyle girmişti. Ve Osmanlı ile ittifakı, askeri değil ekonomik yayılma stratejisinin gereği olarak tercih etmişti.

İttihatçıların bütün eylemi ve söylemi, suyu tersine akıtmaya çalışmanın o trajik esintisini daima üzerinde taşıdı. İttihat Terakki çizgisi, kendinden öncekiyle yani Tanzimat’la çatışmış ve kendinden sonraki, yani Kemalizm tarafından aşılmıştır. Tanzimatçılar, Yeni Osmanlıları, ‘Osmanlı’yı batıracaklar’ diyerek engellemeye çalışmış, Kemalistler de ‘Osmanlıyı batırdılar’ diye suçlayarak tasfiye etmiştir. Oysa bizatihi İttihatçılık, batışın ve çöküşün karşısında, hanedanlığı ve günü kurtarma peşindeki ‘devlete rağmen’ milletin organik kadrolarının bir kurtuluş iradesi ve kurtarıcı figürü olarak sahneye çıkmıştı. Bu anlamda, Türk sağcılığı ve İslamcılığının da paylaştığı bu suçlamanın, gerçeği eksik kavrama eğilimini pekiştirmekten başka bir anlamı yoktur. Gerçek, çoğu tıbbiye kökenli Jöntürkler’in ‘ölüyü’ hasta sanarak biteviye tedavisiyle uğraşmalarıdır. Hataları ise, tedavinin yanlış yapılması değil, teşhisin yanlış koyulmasıdır. Ne var ki onların vatanseverlik ve istikbale olan umutları, Osmanlı’nın bittiğini kabullenememe duygusallığı ile birleşerek, sonuna kadar direnme yolunu tek seçenek haline getirmişti.

Yeni bir elit tipi

İttihat Terakki Hareketi, tarihimizde olup bitmiş ve anılarla yadedilecek bir olgu değildir. Bütün cumhuriyet dönemine şu veya bu şekilde damga vurmuş ve adeta temel siyasal esas ve usüllerin ekseni olarak yaşayagelmiştir. En önemlisi Osmanlı Tarihi boyunca ilk defa devlet dışı ve millet kaynaklı bir elitin muktedir olmasıdır.

İttihatçılık, temelde hanedan ve bağlılarının mutlakiyetine karşı, milletin devletini savunma davasıdır. Şerif Mardin’in tabiriyle, “seçkinlere karşı aşağıdan bakışın radikalizmidir”. Bu bağlamda İttihatçılık, J. Habermas’ın kategorileştirmesiyle söylersek, ‘Toplumun devletleşme talep ve arzusu’nun ideolojik ifadesidir. Politik temsilin, sosyal unsurların katılımıyla ve özerk bir tarzda -Anayasa ve meclis talepleri bağlamında- gerçekleşmesi davasıdır. Daha da ötesi, yüzlerce yıldır, Timur Savaşı ve Şah İsmail Olayları’ndan sonra adeta Anadolu’ya küserek kapılarını kapatmış olan Devlet’in politik küresini yeniden millete açma ve Cumhuriyete/Demokrasiye giden yolun bu en köklü engelini kaldırma hareketidir.

Yeni Osmanlılar/İttihatçılar, Osmanlı’nın kutsal düzeninin büyüsünü içerden bozan ve esasta millete ait olan Mülk’ün (devletin) gücünü kullanarak muktedir olan, milli iradenin seçkin öncüleridir. Yasak ve tabuları çiğneyip, artık bir zindana benzeyen düzenin duvarlarından yeni bir dünyaya pencere açmış, ilk gördüklerini de içeriye aktararak değişme ve ilerlemenin ateşini tutuşturmuşlardır. Devlet’in ve Din’in bir hanedana tapulu olmasının ilk sorgulanması ve güç karşısında inatla doğruyu savunmanın zafere giden örneğidir. İttihatçılık, bir büyük bunalım döneminde, kollektif vicdanın harekete geçmesi, varlık yokluk sınırında açığa çıkan derin reflekstir.

İttihatçılık, bir yönüyle jakobendir. Cahil ve çaresiz halk yığınlarına dayanmak yerine kendi gücüne dayanmak ve eksiğini de dışarıdan (devletten, devlet dışı güç sahiplerinden yada dış devletlerden) ödünç almaktır. İttihatçıların bir kadro hareketi olarak örgütlenmesi ve tepeden yönetme/yönlendirme tarzındaki politikaları, gücün bulunduğu yeri doğru tespit ederek en kısa yoldan devşirilmesi amacına matuftur. Güç, hiçbir zaman, özellikle de Osmanlı yıkılırken halkta olmadı. Güç, devletlerin elindeydi ve Jöntürkler, başından sonuna kadar bu doğru adreslerin etrafında dolaştılar. Öyle ki, İttihatçılar’ın yabancılarla ilişkisi dahi tekrar onlara karşı kullanılacak gücün biriktirilmesini amaçlıyordu. Bunu ne kadar sağlayabildikleri tartışılır. Fakat İttihatçılar’ın hiç bir kanadının bir yabancı devlete ajanlık yaptıklarını hiçbir tarih yazmamaktadır. Jöntürkler’in himaye ve ittifak anlayışı ve politikası, sui generis, kendine özgü bir karakter taşır. Örneğin Fransa’ya hem politik hem de ideolojik olarak yakın olan en kozmopolit kişiliklerden Ahmet Rıza, 1911’de borçlarını alamadığı için Midilli Gümrüğü’nü işgal eden Fransa’ya karşı, hem de Paris’te çıkardığı Meşveret Gazetesi’nde ilk tepkiyi verir ve boykot kampanyası başlatır. Aynı şekilde, Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak kararı ve İtalyanlar’ın Trablusgarb’ı işgali sırasında da halkı sokaklara döken ve boykot kampanyaları düzenleyenler, İttihatçılardır. Bu gibi, İngiliz, Fransız, Alman sefaretleriyle ilişkileri, diyalogları, ittifak arayışları olsa da, son tahlilde İttihatçılar dönemin tek milli gücü idiler. Sonuçta bütün hayatlarını zaten bu güçlere karşı savaşmaya adamışlardı. Bütün iddialarından vazgeçmiş ve diz çökmüş bir ülkeyi ayağa kaldırma davasının çilekeş kuşaklarının aslında tek suçları iradeleri dışında, tarihin akışına ters bir misyonu üstlenmeleri ve sonuçta ‘yenilmeleri’ idi. Üçüncü kuşaktan İttihatçı ve Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Mehmet Akif’in İstiklal Marşı, bu tür kara propagandaların esastan reddi ve eleştirisidir. Tarih, İttihatçıların bu ülke ve millet için verdiği mücadeleyi yazmakta ve onları hak ettikleri yerlerinde muhafaza etmektedir.

Bugün İttihatçılık ne anlam ifade ediyor?

Türkiye’nin yakın tarihinde Soğuk savaşın dayattığı sahte çatışmalar, bir tür negatif seleksiyona yol açarak idealist kuşakların tasfiyesine ve konformist unsurların elitleşmesine kapı açmıştır. Türkiye bu negatif elemenin diyetini siyasetin esnaflaşması, bürokrasinin otokrasiye dönüşmesi, sivil toplum örgütlerinin kariyerizm ve oportinizmin aracı haline gelmesi ile ödemektedir. Resmi ya da sivil kanaat önderleri, karar vericiler veya kamuoyu oluşturucuların büyük çoğunluğu negatif seleksiyon sayesinde köşe tutanlardan, yükselenlerden oluşmaktadır. Türkiye’nin kılcal damarlarında dolaşan bu kirli  kan temizlenmeden sorunların çözümü ya da yeninin ortaya çıkışı sağlanamayacaktır. Hiçbir kutsalı, davası, değer yargısı kalmamış unsurların köşe başlarını işgal ettiği bir ülkede, uluslararası sistemin dayatmalarına karşı devlet ya da millet düzeyinde direnebilecek bir odak kalmamıştır. Öte yandan kırılmış ve küstürülmüş kuşakların hesabını soracak, bu yarayı tamir edecek ve en azından gelecek kuşaklar için kör idealizmle ruhsuz bir realizmden oluşan iki uç yanlışın dışında dengeli ve verimli bir politik bilinç modeli üretecek çabaların gelişmesi sağlanmalıdır.

İşte bunun için, yeni bir dünya kurulmaktayken, yenilmeyen, yeniliği isteyen, millet, vatan, ahlak, adalet ve özgürlük davasını tekrar bu ülkenin ana davası haline getirecek, devlet ve millet içindeki tüm namuslu, haysiyetli insanların, her fikir, etnisite, meşrep ve mezhepten milli unsurların kollektif vicdanını buluşturacak bir yeni rüzgar gerekiyor. Türkiye ancak böyle bir rüzgarın sahneye çıkaracağı yeni elitleriyle ‘Türkiye olarak kalma’ ve yenilenme sorunlarını aşabilir.

İttihatçılık, kendi dönemindeki bir çok sorunla kendi iradesi dışındaki nedenlerle ve sonuçlarla boğuşmak zorunda kalmış bir hareketti. Yıkılmakta olan koca bir imparatorluğun yere düşmemesi için zayıf, çelimsiz ve acemice ellerini kenetlemiş olan genç kadrolar, iyi niyetle de olsa bir çok hatalar yaptı. Ama vatanseverlikleri ve cesaretleri ile İngilizlere, Fransızlara ve Ruslara, ülkemizi, topraklarımızı işgal etmenin bedelini ödettiler. Bu nedenle de hala İttihatçılara karşı bu ülkelerle irtibatlı yada bu ülkelerin bakış açısını bilerek veya bilmeyerek paylaşan bazı unsurların bilinçli propagandaları, suçlamaları ve önyargıları sürmektedir. Kendi iktidarlarını sağlamak amacıyla geçmişi kötülemeyi meşrulaşma yolu olarak seçen Kemalistler, Ermeni tehciri nedeniyle liberal faşist aydınlar, II. Abdulhamit’i tahttan indirmeleri nedeniyle de İslamcılar, İttihatçılara düşmanlığa dayalı ortak bir tarih görüşünde birleşmişlerdir. Üstelik hepsinin İttihatçılık aleyhine kullandığı argümanlar yalan, eksik veya çarpık bilgilere dayalıdır.Bugün hala yeni ve daha hürriyetçi bir anayasa isteyen, özgürlüklerin geliştirilmesini talep eden, devletin istibdatçı karakterini terbiye etmeye çalışan, her tür vesayet ve velayet ilişkisinden çıkarak olgunlaşmak isteyen bir toplumun aydınlarının, yüz yıl önce tamamen aynı sebeblerle harekete geçmiş ve başarmış bir dava nesline bu kadar düşman olması tuhaftır. Oysa, İttihat Terakki deneyimi, bütün yönleriyle bir laboratuar gibi değerlendirilerek çok ciddi ve verimli sonuçlara ulaşılabilir. Çünkü Osmanlı’nın kökleşmiş sorunları, etnik ve mezhebi sıkıntılar, demokrasi mücadelesi, hak ve hürriyet talepleri, batıyla ilişkiler, bölgesel sorunlar…yani neredeyse bugün yaşanan bütün sıkıntıların ve çözüm önerilerinin benzeri daha öncede gündeme gelmiş ve önemli bir kısmı hayata geçirilerek sonuçları test edilmiştir. Ayrılıkçı eğilimler, yabancı güçlere dayanarak siyaset yapmak, batı destekli hak talepleri, topluma rağmen uygulanan politikalar, devletin muhalefete karşı ölçüsüz şiddeti, sorunların konuşulamaması, çözümsüzlüğe itilmesi, yanlış müdahalelerle tıkanma ve kilitlenme hali…İttihatçılar da işte böyle bir tablo ile boğuşmuştu ve en azından bazı noktaları aşarak kendi çözümlerini gerçekleştirebilmişti.

Sadece bu nedenle bile, İttihatçılık insaflı ve önyargısız bir temelde yeniden gündeme gelmeli ve genç kuşaklar bu önemli deneyimin sağlıklı bir değerlendirmesini yapabilmelidir.

İttihatçılıktan kurtulmak isteyenler ise, bir daha İttihatçılık gibi bir refleksin harekete geçmesini gerektirmeyecek koşulların oluşması için mücadele etmeyi, İttihatçılara küfretmekten daha öncelikli bir dava olarak benimsemeyi deneyebilirler.

İttihatçılık, son tahlilde Anglo Sakson Yahudi emperyalizmine de, Rus ve Avrupa emperyalizmine de eşit derecede kafa tutup, bütün Osmanlı halklarının ve doğu milletlerinin adına var olmaya çalışmanın adıdır. Milletin bütün bileşenlerini eşit derecede kardeş ve yoldaş olarak görmenin ama emperyalizmle işbirliği yapanları da asla affetmemenin kararlılığıdır.  Modern dünyayla haysiyetli bir entegrasyon için dini, kültürel, sosyal yenilenmeyi savunmak ama bunu kadim imanla telif ederek yapmanın deruni refleksidir. İktidarı bir hanedanın, zümrenin, sınıfın eline bırakmadan amme hizmetine açma iradesi olarak meşrutiyetin içerdiği bütün halkçı, özgürlükçü, hukuki değerleri egemen kılmak ve böylece sıradan halk çocuklarının elitleşmesinin mekanizmasını açarak devleti milletin mülkü haline getirme davasının yöntemidir.

İttihatçılık, milliyetçilik değil, milletperverlik, kavmiyetçilik değil vatanseverliktir, devletçilik değil devletin adaletle ve hürriyetle terbiye edilip millete tapulanması kavgasıdır. Dincilik değil, tevhidi imanın modern çağın politik koşullarına tefsir edilişidir.

İttihatçılık, İngilize, Rusa kurşun sıkma cesaretinin bedelini hala ve iftiharla ödemektedir ve yerine ikame edilen self kolonizasyon ideolojisi olan kemalizmi de tarihe gömecek tek devrimci iradenin adıdır.

İttihatçılık, binlerce yıllık kadim insanlaşma davasının, yani İ’layı Kelimetullahın, bir ülkenin bir tarihin bir milletin şahsında yaşanan varlık yokluk savaşına tercüme edilmiş iradesidir.

Bir deryanın hilale tutunma çabası misali, denize yansıyan son yakamozdur. İttihatçılık ayışığına tutunma çabası ve fakat tutunamamanın hüznüdür.

Ama her durumda da yolu, imanı, istikameti zafer anında da yenilgi zamanında da mustakimdir.

İttihatçılık yüksek ve derin bir şuur düzeyidir ve bu düzeyi anlamayan, anlayacak donanımı da olmayan her ideolojik-politik kesim için günah keçisi olmaya devam edecektir. Bu da İttihatçılığın düzeyinde daima önemsiz bir istihza malzemesi olmanın dışında bir manaya sahip değildir.

İman, vakar, haysiyet ve hürriyetperverlik, aynı anda herkese nasip olmaz.

 

 

Kaynak: Davası olmayan Adam değildir, Yarın yay.

 

Leave a Reply