Kapitalizm, ‘Dindar Sermaye’ ve Ahlâki Çözülme

Olay ve olguları doğru kavramanın ilk şartı, her şeyin bir sonuç olduğunu unutmamaktır. Her olay, kendisini doğuran bir olaylar zincirinin, her olgu çok nedenli bir gerçekleşme sürecinin içinden çıkar. Var olan bütün realitelerin arka planında, gerisinde ve derininde birden fazla faktörün rol oynadığı ilişkiler zinciri bulunur. Olay ve olguların nedenlerini ve sebepler arasındaki bağlantıları göremeyen bir perspektifin gerçeği doğru kavraması mümkün değildir.
Gerçeği doğru kavramanın ikinci şartı; sebepleri, olay ve olguların gerçekleşme sürecindeki müşahhas, algılanabilir ve çözümlenebilir zemininde aramaktır. Allah’ın eşya ve olaylar için tayin ettiği yasalar değişmez bir yapıya ve algılanabilir bir muhtevaya sahiptir. Değişebilir tabiat ve canlılar aleminin değişmez bazı yasaları vardır ve bunlar bütünüyle insan aklının sınırları içerisinde kavranabilecek özelliktedir. Gerçeğin doğru kavranması, olay ve olguları somut varlıkları içerisinde durarak algılamaya bağlıdır.
Örneğin; değişmez değer ve ölçüleri ile ahlakın değişebilir etkinliği ve formları vardır. İyilik ve kötülük, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin bellidir ancak bunların yaşam içerisindeki pratiği, yer aldığı maddi koşulların kalıp ve dayatmalarına bağımlı olarak şekillenir. Bu anlamda bir ahlâki olgunlaşma ya da çözülmeden bahsediliyorsa, bu gerçeğin bir maddi altyapısı ve çözümlenebilir sebepler zincirinden de bahsedilmektedir. Çünkü olgunlaşma ya da çözülme gibi değişken ve hareketli bir sonucun gerisinde mutlaka somut bir sebep bulunur.
Bu anlamda ahlâki çözülmenin maddi altyapı olarak kapitalizmle birlikte ele alınması gerekir. Çünkü çağımızın ve yaşadığımız toplumun temel ve hükmedici sistemi olarak kapitalizm, değer ve ölçülerin aldığı şekillerin de sebebidir.

Kapitalizm ve Ahlak

Kapitalizmle ahlâk arasındaki ilişki tek yönlüdür. Tüm yaşamın iktisada, iktisadın ise kazanma hırsına indirgendiği bir mekanizma olarak kapitalizmin çözücü etkisi, bütün ahlâki sınır ve ölçüleri de içine alır. Yerleşik değerler, ya paraya tahvil edilerek kapitalist ahlâk olarak yeniden üretilir ya da tasfiye edilir. Kapitalist sistem “… Kapitalist teşebbüse sessiz bir hayalet gibi nüfuz eder. Müteşebbisin bizzat kendisine hakim olur. Onu kendisi için gerekli olanı yapmaya zorlar…”(1)
Bu, kapitalizmin insan fıtratının en bayağı ama en zayıf noktalarına hitap edici cazip özelliğinden kaynaklanır. Bencil ve hırs dolu bireylerin çıkarları çerçevesinde her şeyi alınır-satılır bir metaya dönüştürmesi ve insani olan her şeyi maddi menfaat içerisinde algılaması olarak “Kapitalizmin kökü para değil, ‘para aşkı’dır…”(2)

Karl Marx, “Para”nın bir tanrı olarak bütün insanlığa hükmetmesini Yahudiliğe, daha doğrusu insanların Yahudileşmesine bağlar:
“Yahudiliğin dünyevi temeli nedir? Pratik ihtiyaçlar (zaruretler) ve kişisel çıkar. Yahudiliğin dünyevi ibadeti? Bezirgânlık (yahut sıkı pazarlıkçılık). Yahudinin bu dünyadaki tanrısı? Para. Yahudi sadece mali güç kazanmak suretiyle değil, fakat aynı zamanda ve ondan ayrı olarak paranın bir dünya gücü haline gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun Hıristiyan ulusların pratik ruhu haline gelmesiyle kendini Yahudice bir tarzda kurtarmıştır. Yahudiler, Hıristiyanların Yahudileşmesi ölçüsünde kendilerini kurtarmışlardır. Yeni Hıristiyanın putu artık Mammon’dur (servet tanrısı) ve ona sadece dudaklarıyla değil, beden ve ruhunun bütün gücüyle yakarır. Dünya onun için bir “borsa”dan başka bir şey değildir. Bezirganlık ruhu çarpmıştır onu ve rahatlayabilmesi için tek yol nesneleri değiş tokuş etmesidir. Para, İsrail’in kıskanç tanrısıdır, önünde başka hiçbir tanrının duramayacağı tanrı, Yahudilerin tanrısı dünyevileştirilip bütün insanların tanrısı haline getirildi…”(3)

Türkiyede Kapitalizm

Ülkemizde kapitalizmi doğuracak nesnel şartların olmaması nedeniyle bu sistemin yerleşmesi ve sahip olduğu vasıflar kendine özgü olmuştur. “Derin Devlet”in hegemonyacı karakteri nedeniyle yüzyıllar boyu mülkün devlet tekelinde olması ve ticaretin de gayrimüslimlerin işi olarak görülmesi kapitalizmin asgari temeli olarak bireysel girişimciliğin gelişmesini engellemiştir. II. Mahmut döneminden sonra ayânlığın aldığı yeni biçim, mültezimleri büyük toprak sahibi kılmış, ancak kentleşme ve ticaretteki gelişmenin devletin varlığı ile engellenmiş olması, bu toprak ağalarının toprak rantını sermayeye dönüştürmesini mümkün kılmamıştır. Tanzimat döneminde Avrupa sermayesinin gayrı müslim nüfusa ticari imtiyazlar vermesiyle başlayan müslimler aleyhine sosyal-ekonomik dengesizliği gidermek adına Meşrutiyet devrinde İttihat Terakki iktidarının yerli burjuva oluşturmaya dönük düşünce ve pratikleri de gerekli altyapıyı oluşturmaya yetmemiştir.
Türk kapitalizmi Cumhuriyet döneminde uygulanan politikalarla devlete bağımlı ve devletten doğan bir karaktere bürünerek olgunlaşmıştır.
Özellikle I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında ortaya çıkan savaş zenginleri, devletin desteği ile sonraki dönemlerin ilk burjuva ailelerini meydana getirmiştir. Bu aileler II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren devlet tekeli dışındaki tüm sanayi ve ticaret yatırımlarının başını çekmiş ve bugünkü tekelci düzenin temellerini atmıştır. Türk kapitalizmi, tıpkı siyasi partiler, ideolojik akımlar, kültür, sanat ve edebiyatta olduğu gibi devletle doğmuş ve devletin bir cüzü, tamamlayıcısı ve hedeflerinin parçası olarak şekillenmiştir. Bu anlamda Türkiye’de kapitalizm, derin devletin hegamonik karakterini tekelcilik olarak iktisadi ve siyasi hayatta yeniden üretmiş, haramilik olarak da kendi ahlâkını topluma yaymıştır. Haramilik, devletin halkı, seçkinlerin de devleti soymasıdır.
Türk kapitalizminin bu özellikleri, 1960 ve 70’li yıllar boyunca uluslararası tekellerle kurulan bağlantılar sayesinde daha farklı bir özelliği yabancılaşmayı doğurmuş ve yerli/ sonradan olma burjuvaların millete, ülkeye ve değerlere yabancılaşmasını sağlamıştır. Maddi altyapısı olmadığı için istikrarsız bir gelişme trendi olan bu geç kapitalizm modelinin değerlerden bağımsız, ahlâki ölçülere lakayt ve çapulcu karakteri, toplumun hızla çözülmesine ve kaotik bir sürece girmesine neden olmuştur. Devletin bir parçası olarak tekelci sermaye çevrelerinin hemen hepsinin “Kemalist” olması, resmi ideolojinin yaygınlaşmasını finanse etmesi, gündelik yaşamlarında gayrimüslimlerin taklitçisi ve iş yaşamında Yahudi özentisi içerisinde bulunmaları, Türk kapitalizminin ahlâki mantalitesini yeteri kadar izah edici özelliklerdir.

Dindar Sermaye

Türk kapitalizminin devletten doğduğu süreçle dinin kamusal alandan tasfiye edilmesi birbirine paraleldir. Yeni bir toplum yaratma hevesiyle var olan tüm değerlerin merkezde ortadan kaldırılılarak taşraya sürülmesi ve yerine “Batılılık-çağdaşlık” adı altında kapitalist dünya sisteminin topyekün ithaline dönük politikaların ikamesi, toplumdaki tüm yerli-dini ve ahlâki kuram ve kurumsallığı dışta tutmuştur.
Özellikle merkezde-kamusal alanda kendisine yer bulamayan muhafazakar-dindar kitlelerin 1950’lere kadar taşra dışında hemen hiçbir alanda yaşam şansı bulunmamaktaydı. DP çıkışıyla birlikte bu kesimlerin sistem içerisinde pay alma sürecine dahil edildiği ve yavaş yavaş kendi kimliğiyle kapitalist restorasyona katılmaya başladığı görüldü. Köy-kasaba ve küçük şehirlerin bir tür getto kimliğine indirgenmiş olan İslamın, merkeze yeniden taşınması ise, aradaki boşluk yıllarının yarattığı içeriksizleşme ve devletten uzak olmanın verdiği özgüven eksikliği ile gerçekleşmiştir. Bunun yanında taşranın bütün ilkel adet ve cehaletini de sırtına alarak merkeze koşan geleneksel İslam, sağcılık olarak kodlanan gevşek siyasal karakteri ve muhafazakarlık olarak tanımlanan tutucu-korumacı değer savunuculuğu tarzını bünyesinin temel özellikleri yapmıştır. Toplumun büyük çoğunluğu, işte bu suni havuzda toplaşarak varlık ve bekasını temin etmek zorunda kalmış, Özellikle 1950-1970 yılları arasında Soğuk Savaş ve antikomünizm rüzgarının politik zorunlulukları sayesinde bu kesimlerin önü zaman zaman bilinçli olarak açılmıştı. Bu süreçte, bu geniş havuzun içinde, AP şahsında muhafazakar, MSP şahsında dindar ve MHP şahsında milliyetçi karakterli bir orta-alt tüccar sermaye vücut buldu.
1970’lerden itibaren bu partilerin iktidar olma dönemlerinin kazandırdığı fırsatları da değerlendirerek güçlenen bu sosyolojinin sermaye kesimi, 70’lerin ortalarından itibaren Türkiye ekonomisi içerisinde etkili bir faktör durumuna yükselmişti.
1980’lerde Turgut Özal’ın tekelci sermayeye karşı Anadolu sermayesini öne çıkararak denge kurmaya dönük politikası, bu muhafazakar sermayenin iktidar erkine de ortak olmaya yönelmesini getirdi. Özellikle TOBB içerisinde güçlenen bu kesim 80’li yıllar boyunca kurduğu uluslararası bağlantılar yoluyla tekellerin yolundan yürüyerek tekelleri kırmaya dönük bir seyir izledi. Aynı dönem boyunca gerek hükümet kredileri ve teşvikleriyle gerekse hayali ihracat ve kaçakçılık yöntemleriyle palazlanan yeni bir burjuva sınıfı daha türedi. Köşe dönücü, işbitirici ve kozmopolit vasıflarıyla bu yeni “lümpen burjuva” tipi içerisinde muhafazakar unsurlara rastlamak da mümkündü.
Bu lümpen sermaye, Özal’ın ölümünden sonra, tasfiye edilenler, ticaret ve sanayiye yönelerek kökleşenler ve mafyalaşanlar şeklinde üç farklı akıbetle karşılaştı. Özellikle ticaret ve sanayiye yönelen kesimleri içerisinde dindarlaşma eğilimi daha yaygındı. Tasfiye edilenler (Bezmen, Edes vb.) kozmopolit, mafyalaşanlar ise Karadeniz bölgesi ağırlıklı milliyetçi-ülkücü unsurlardan oluşuyordu.
1950’lerden itibaren gelişen muhafazakar-yerli sermaye, kendi içerisinde 1980’ler boyunca ayrışmaya başladı ve dindar-muhafazakar sermaye arasında ciddi farklılaşmalar ortaya çıktı. Özellikle 1990’lı yıllar boyunca ortaya çıkan ve politikaya yansıyan İslami dinamizm, sermaye çevreleri içerisindeki farklılaşmayı da yansıtıyordu. Dindar sermaye giderek kendi bilincine ve hedeflerine vurgu yaparak ayrı bir örgütlenmeye (MÜSİAD) yöneldi. MÜSİAD ve üye olmasa da önemli bir sermaye birikimi elde etmiş bu dindar sermaye kesimi, Türk kapitalizminin yeni faktörü olarak sadece ekonomi dünyasına değil, siyaset ve kültür hayatına da ağırlığını koymaya başladı. (Buradaki ‘dindar’lık, bireysel karakter değil, sosyolojik aidiyet anlamındadır.)
Daha çok orta sınıfı oluşturan kırsal kökenli ve tüccar karakterli bu sınıfın 1990’lardaki iktisadi atraksiyonu Balkanlar, Orta Asya ve Uzakdoğu’ya yönelik ticarete dönüktü. Az da olsa sanayi hizmet ve aramallarının üretimi gibi sektörlerde yatırım yapan işadamlarına da rastlamak mümkündü.

Ancak dindar sermayenin ana karakteri temel tüketim maddelerinin ticaretine dayalı, daha doğrusu kısa yoldan para kazanmaya dönük iktisadi faaliyetler olarak belirdi. Bu durum, dindar sermayenin milletle ortak özelliklerini, milletin ürünü olması hasebiyle yerlilerin, taşranın, Anadolu’nun bin yıllık özlem ve taleplerini yansıtması açısından anlamlıydı. Asker millet karakterli bir nüfusun, bin yıl sonra ve bin yıldır mahrum kaldığı (hatta küçümsediği) “mülk”e kavuşması ve iktidar çeperinde yerini alması, bu sermaye sınıfının yapısal özelliklerini de meydana getiriyordu. Geç kalmışlığın aceleciliği, görmemişliğin hırsı, sonradan görmenin kaprisi, ezilmişliğin kaygı ve ürkekliği ve irrasyonel ticaret mantalitesinin kaotik, belirsiz, hedefsiz ve ideolojisiz ufku, dindar sermayenin ortak özelliklerini oluşturuyordu.
Bu vasıfların meydana gelmesinde iki önemli arka plandan bahsedilebilir. Birincisi, geniş yığınların uzun yıllar mülksüz yaşamasının ve 1950’lerden itibaren köyden kente göç dalgasıyla büyük kentlere taşınıp merkezle edilgen bir ilişki kurarak işe başlamış olmasıdır. Bu köken, dindar sermayeye basit sahipliklerle yetinme ve iktidar karşısında ürkek davranma gibi naif özellikler kazandırmıştı. İkinci neden ise, dindar sermayenin sermaye birikim tarzıdır. İktisatla, parayla, paranın gücüyle kurduğu ilişki tarzı ve sahip olma yöntemi, bu kesimlerin birçok vasıflarının da kaynağıdır. Dindar sermaye, 1980’lere kadar miras, toprak rantı ve ticaret yoluyla, 1980’lerden sonra ise mikro sanayi, spekülatif rant ve uluslararası ticaret yoluyla sermaye biriktirmiştir. İlk dönem boyunca devlete ve sağcı hükümetlere, ikinci dönemde ise Özal liberalizmine ve Müslüman kimliğine borçlu olmuş, kendisini var eden servetin güce tahvil edilmesinde muhafazakar politikacıların yardımını görmüştür. Bunun anlamı muhafazakar sermayenin birikim modeli olarak bireysel yetenek ve girişimden çok, sistemin fırsatlarının daha fazla rol oynadığı bir mülk edinme sürecinden doğmuş olmasıdır. Bu nedenle, dindar sermaye çok çabuk çözülmeye ve kimliğini terk etmeye yatkındır. Çünkü sermaye biriktirirken kendi değerlerine, ölçülerine ve kimliğini oluşturan diğer saiklere yaslanmamış ve kendi dışındaki faktörlerin yardımıyla mülk sahibi olmuştur. Onun için de değerlerle ilişkisi ve özellikle iktisadi etkinliğe ahlâkı katabilmesi noktasındaki arzu ve çabası zayıftır.

Dindar sermayenin 1990’lı yıllardan itibaren güçlenmesi ve özellikle MÜSİAD kanalıyla küçük ve orta boy işletmelerin ana gövdesini oluşturacak bir çapa kavuşması, iki açıdan önemlidir.
Birinci olarak, mülkün belirli ellerde toplandığı tekelci düzenin tasfiyesi ve adil bir piyasa sisteminin oluşabilmesi bu kesimlerin etkinliğine bağlıdır. Ancak yapısal olarak tekellere bağımlı olmaları nedeniyle bu konuda yeterli bir çaba içerisinde görünmemektedirler. Oysa tekellere bağımlı oldukları kadar, tekeller de tüm ülkeye yayılma ve tüketiciye ulaşma açısından bu kesimlere bağımlıdır. Bu nedenle dindar sermayenin daha bilinçli davranışlara yönelmesi ve kendi gücünü muhalif ve alternatif bir manevra alanı açabilmek için kullanması mümkündür.
İkinci olarak da, dindar sermayenin yaygınlaşması ve güçlenmesi, devletten doğmuş gayri ahlâki ve din dışı temellere sahip kemalist sermayeye karşı, yerli, kökleri Ahi geleneğine kadar uzanabilen, iktisatla hayatın diğer alanlarını ayırmayan ve ahlâki bir muhtevaya sahip alternatif bir ekonomik modelin inşası için önemlidir. Bu ise dindar sermayenin kendisini ve servetini var eden süreçten koparak, ahlâki temellere doğru kökleşen bir sürece yönelmesiyle mümkündür.

AK Parti’nin ‘Yeni sınıf’ı

2000’li yıllardan itibaren dindar-muhafazakar sermaye açısından AK Parti iktidarını besleyen ve ondan beslenen yeni bir süreç başlamıştır. Artık dindar-muhafazakar isimlendirmesini de kendisine yakıştırmayan, hatta özenle bundan kaçınan bir yeni kimlik arayışına giren bu sermaye, iktidar imkânları sayesinde tekelci grupların taklidi konusunda son hamlesini de yaparak, tamamen devlet imkânları üzerinden palazlanma yarışına yönelmiştir. Halihazırda, bu yeni sınıf, ne muhalif kimliği ne de alternatif olma çabası içerisinde değildir. Aksine gelişip güçlendikçe kapitalizmin iktisadi ve gayri ahlâki muhtevasını dini görünüm altında yeniden üreten ve yayan bir eğilime kapılmış görünmektedir. Bu durum, yeni sınıfın sisteme bağımlı, ürkek ve ufuksuz olmasından kaynaklandığı gibi, muhafazakar siyasal geleneğin bu kesimleri kendi programları doğrultusunda toplumsal değişim sürecine katacak bir politikaya sahip olmamasından kaynaklanmaktadır.
Sonuçta ’dindar’ yeni sermaye, gelişip güçlendikçe ve daha fazla kazandıkça, dindarlıktan uzaklaşmakta, şükür, kanaat, ihsan, infak, tasarruf ve ahlak bilincini kaybetmektedir. Giderek Yahudileşmekte, kâr, rant, biriktirme ve daha çok servet sahibi olma güdüleri hem sosyal kimliğinin hem de ekonomik politik verimliliğinin ve misyonunun önüne geçmektedir. Bunun sonucunda Türk tipi kapitalist sistemle entegrasyon ve uzlaşma vasfı öne çıkmakta ve cemaatçi bünyeden koparak sınıfsal bir karakter kazanmaktadır.
Dindar sermayenin “geç-burjuva” tipinde gelişmesi, tekellere bağımlı karakteri ve sağcı statükocu çevreler dolayımıyla devletle ve daha önemlisi “Derin Devlet”in ruhuyla olan manevi ilişkileri, muhalif ve alternatif bir kimlik edinmesini engellemekle kalmamakta, İslam’ın temel ahlâki değerlerine nispetle yozlaşmanın önünü de açmaktadır. Çünkü kapitalist toplumların altyapısı haline gelen iktisat ve iktisadi ilişkiler, toplumun bütün değer ve ölçülerini etkilemeye, değiştirmeye ya da yozlaştırmaya yol açmaktadırlar.
Bugün, rızk, iş, emek, mülk, ticaret, kar, hak ve hukuk kavramları kapitalizmin değerden bağımsız sistemi içerisinde anlamlandırılmakta ve bu kavramlara ahlâkî anlamların yeniden kazandırılması gerekmektedir. Oysa dindar sermaye tam aksine bu kavramları kapitalist muhtevası ile kabullenip, iş hayatında müraî ve çifte standartlı bir tutumu benimsemektedir. Alışverişte kapitalist, evinde dindar, bazı insanlara karşı mütekebbir, bazılarına yalaka, ideallerine ve davasına karşı inkarcı ve itirafçı, yeni serveti ve çevresine karşı tutkun, müşterisine samimi, cemaatine uzak, çift kişilikli ve çift hayatlı bir ‘sözde Müslüman’ işadamı tipi yaygınlaşmaktadır. Özellikle gündelik yaşamda giderek “haramileşme” eğilimi belirmekte ve sonradan görme, sunî, yapmacık bir tüketici davranışı edinmektedir. Mal ve para biriktirme hırsı, yaşamının tek gayesi haline gelmiş insanların sonu, Yahudileşmek, dünya ve ahiretlerini para aşkına heba etmek olacaktır.
Dindar sermayenin ahlâki plandaki çözülmesi giderek topluma da yayılacaktır. Çünkü bin yıldır statü, güç, iktidar ve mülk sahibi olamamış yığınların, bunlara sahip olanlara özenmesi ve onların ürettiği yeni kültür ve davranış kalıplarını taklit etmesi tehlikesi vardır. Bu nedenle, ahlâki çözülmenin kaynağı maddi ilişkiler ve dünyevileşme olarak tespit edilmelidir.

İnsanların çok yoksul ve çok zengin olduğu her durumda ahlâki yozlaşma başlar. Çok zenginliğin sonucu her zaman çok yoksulluktur. Sosyal adaletin çözülüşü ve sınıfsal uçurumların ortaya çıkışı, açık bir sömürü ve hırsızlık sisteminin olduğunu gösterir. Bu anlamda dindar sermayenin kazanma hırsını “helal ve haram” duygusuyla; iktidar ve mülk hırsını, ölüm ve hesap günü bilinciyle, sömürü ilişkilerinde aldığı emek karşıtı tutumu adalet ilkesiyle ve gündelik yaşamdaki gayrı ahlâki müraî ve görmemişlik kompleksine dayalı
davranışlarını da yoksul, mahsun ve mazlumların doğal, ahlâki ve dindar yaşamlarıyla frenleyip, açık ve kesin bir tavır koymak icap eder.
Yüzlerce yıl sonra milletin kendi mülkünün sahibi olmaya başlaması olumlu bir şeydir. Ancak bu olumlu gelişme, “dindar” bir kılıf altında yeni oligarşilerin ortaya çıkmasına fırsat vermemelidir. Bunun için, ahlâki çözülmeye karşı kapsamlı, derin ve kaynağındaki maddi ilişkilerin düzenlenmesini de içeren yeni bir “ahlâkileşme” çağrısı ve çabası gerekmektedir. Bu çaba Müslümanların Müslümanlıklarının sınanması anlamı taşıyacağı gibi, toplumsal değişim talebinin ne kadar mevcut sistemden farklı olup olmayacağının anlaşılmasını da sağlayacaktır. Müslüman, paranın kulu değil efendisi olandır.

Nihayetinde kemalist sistemin ötekileştirip taşraya sürgün ettiği sosyoljiden doğan ve daima merkezde kendisine küçükte olsa meşru bir yer edinme güdüsüyle büyüyen Dindar-muhafazakar sermaye, İslami tonlu ama lümpen karakterli yeni bir burjuvazi tipi üretmiştir. Türkiye’nin sosyolojisi, henüz bu şizofrenik dindar sermayeyi denetleyecek araçlara sahip değildir. Bu nedenle, bu yeni sınıfın kapitalizmi meşrulaştırıcı tarzda gelişmesi, gelecek için büyük bir tehlikedir. Çünkü insanlığı tahakküm altına alan kapitalist-emperyalist sistemin aşılması dinlerin, özellikle İslam’ın özgürlükçü yorumuna dayalı eşitlikçi bir adalet sisteminin gelişmesiyle mümkündür. Bu bağlamda, Müslümanlar da kapitalizme karşı direnmeyi ve ona alternatif modeller üretip hayata geçirmeyi başaramazsa, 21. yüzyılı da kaybedilecek ve üstelik Hıristiyanlardan sonra Müslümanlar da Yahudileşerek servet tanrısının köleleri olacak demektir.

Öte yandan, gerçek ahlâk, yaşamın bizatihi içinde, insan-insan ilişkilerinin en önemli boyutunda, yani para, mal ve mülk karşısında alınan tutumlarda kendisini gösterir. Bu alanlarda ahlâklı olamayanlar, namaz, dua ve göstermelik dindarlıklarıyla sadece kendilerini ve milleti kandırmış olacaklardır. Tarih böyle münafıklığın ve ikiyüzlü dindarlık gösterilerinin ilahi adaletle cezalandırılmasının örnekleriyle doludur.
‘Müslüman zenginler’ ve ‘Müslüman’ zengin adayları, özgürlüğün, adaletin ve gerçek bir toplumsal devrim çabasının nefesini her zaman enselerinde hissetmek zorundadırlar.
Çünkü, ahlâk adam olmaktır, para ise insanı adam etmez. Sadece Allah’a, topluma ve yoksullara borçlu kılar ve yoldan çıkmalarının yemi olur.

Mal düşkünü olan kimse, iyilik mertebesine erişemez. Çünkü onun mal biriktirme hırsı kendisini başkalarına acımaktan, hakkı gözetmekten, gereken şeyleri yerine harcamaktan alıkoyar. Onu hıyanete, yalana, iftiraya, yalancı şahitliğe, görevini yapmamaya, cimriliğe, ufak tefek şeylerin ardından koşmaya, din ve insanlıktan uzaklaşmaya sürükler. Böyle kimse belki övülmek ve ün kazanmak için pek çok mal harcar ve bununla Allah’ın rızasını ve onun mükafatını beklemez. Aksine onu bir araç olarak kullanır ve kazanç vasıtası yapar. Bilmez ki, bu kendisinin aleyhine olan bir kötülüktür…”(4)

1-Werner Sombart, akt. M. Özel, Kapitalizm ve Din.
2-Alan Mcfarlane, Kapitalizm Kültürü, İstanbul, 1993

3-Karl Marx, akt. M. Özel, Kapitalizm ve Din.

4-İbn Miskeveyh, Ahlakı Olgunlaştırma M.E.B. Yay

Kaynak: Yarın dergisi, 2005.

Leave a Reply