Milliyetçilik, Millilik ve yeni bir aidiyet bilinci

Çağdaş Fransız edebiyatının önemli isimlerinden Michel Tournier’in Alman şair-filozof Goethe’nin aynı isimli ünlü Balad’ından mülhem “Kızılağaçlar Kralı” romanı, alegorik bir Nazizm eleştirisidir. Tournier, otorite, saf kan, ari ırk, seçkinlik gibi son derece erkeksi ve sert görünen özellikleriyle faşizmin, esasta ‘naif, efemine, körpe bir oğlan çocuğu’ imgesi üzerinden tam tersi bir durumun maskesi olduğu tezini işler; “Arılık, masumluk durumunun kötücül tersyüz edilmesidir. Masumluk, varoluşu sevme, göksel ve yersel besinlerin gülümsemeyle kabulü, cehennemsel arılık ya da kirlilikten birini seçebilme olasılığından habersiz oluş demektir. Bu kendiliğinden olan ve sanki doğuştan gelen azizlikten, şeytan, bunun tam tersi olan ve kendisine benzeyen bir maskaralık üretmiştir: Arılık saplantısı. Arılık saplantısı, yaşamdan nefrettir, insana kin duymadır, hastalıklı bir hiçlik duygusudur. Kimyada arı bir cisim, tümüyle doğala aykırı bu duruma gelebilmek için vahşice bir işlemden geçirilir. Sırtına arılık şeytanı binmiş insan çevresine yıkım ve ölüm saçar. Dinsel arılaşma, siyasal temizlik, ırkın arılığını koruma gibi pek çok çeşitlemesi vardır bu korkunç
izleğin, ancak bunların hepsi, aynı biçimde, hem arılığın hem de cehennemin simgesi olan o ayrıcalıklı araç; yani ateşle işlenen sayısız cinayetle son bulur…”
Tournier, bir Fransız olarak Alman tipi milliyetçiliği, yani ırkçılığı tersyüz ederek teşhir eder. Ama milliyetçiliğin tek türü bu değildir. Hatta en yaygın milliyetçilik türünün anavatanı Fransa’dır. Fransız milliyetçiliği “ulus” ve “vatan” kavramına dayanır. Bundan daha rafine ve ilginç milliyetçilik türü ise
Anglo-Saksonlarınkidir. İngiliz milliyetçiliği, ırk, vatan, ulus gibi entitelere değil, insanları İngilizce düşündürtmeye dayalı içsel bir kendine benzetme ve tabi kılmayı içeren en rafine faşizmin örneğidir. Milliyetçilik kavramı ve yaygın sembollerinin hiçbirine İngiliz milliyetçilerinde rastlanmaz.
Ari ırk saplantısı, Fransızlarda kültüre, İngilizlerde ise tabiiyete bağlı olarak vardır. Onlar Almanlar gibi insanları kanlarına göre ayırmaz, dönüştürerek kendine benzemeye zorlar ve son tahlilde kendine benzetse de görünmez tel örgülerle arasına bir sınır ekleyerek sadece etrafında tutar. İçine almaz, eşit görmez. Ari ırk saplantısının en tehlikeli biçimi budur.

Hangi milliyetçilik yükseliyor?

Bize, Doğu’ya yabancı olan bu ırkçılık biçimlerinin son yıllarda yükseldiğine dair şehir efsaneleri duymaktayız. Doğrudur, tüm dünyada uzun süredir bir milliyetçilik türü yükseltilmekte, yaygınlaşmaktadır. Ama bu milliyetçilik, Batılı beyaz adam ırkçılığıdır. Üstelik, geçen yüzyıl başlarından bu yana sömürgecilik, iki dünya savaşı, bir Soğuk Savaş, bir 11 Eylül sonrası yeni sömürgecilik yaşatan ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan bir milliyetçiliktir bu… Bütün 19. ve 20. yüzyıllar boyu bu milliyetçiliğin peşine takılıp öykünen birçok Batı dışı milliyetçilik serüvenini de biliyoruz. Ama yine de, hâlâ Batılı beyaz adam milliyetçiliği yükseliştedir ve bize ait milliyetçiliklerin Batı’ya tepkinin ürünü anti sömürgeci tutumlar ya da Batı için kullanım değeri olan manipülatif ideolojiler olma dışında sahici bir manası bulunmuyor.
Bizde milliyetçilik, eninde sonunda bir güvenlik refleksidir ve yabancı tasallutuna direnişten beslenir. Irk ya da tek tip ulusa dayalı milliyetçilikler ise sadece retorikten ibarettir. Toplumsal mayamız, bu retoriği içselleştirmeye müsait değildir. Çünkü biz kendimizi tarihte var etmek için çabalayan geç kalmış kabileler değiliz. Öteki ile yeni tanışıp kendimizi korumaya alarak egemen olmak için çalışmaya ihtiyacımız yok.

Batılı burjuvazi, 19. ve 20. yüzyıllar boyu bir yandan kendi özel egemenlik alanlarını yaratmak- ulus devlet kurmak- öte yandan rakip gördüğü büyük bütünlerin -kiliselerin ve imparatorlukların egemenlik alanının- parçalanarak hazmedilebilir çapta birer küçük ünitelere dönüşmesi için milliyetçiliği icat ve teşvik etmişti. Bu milliyetçilik teşviki, onlarca ulus devletin doğuşu ile sonuçlanmış ve dünya düzeni bu ulusların dolaylı kontrolü ve paylaşımına dayalı bir temele oturtulmuştu.
Soğuk Savaş yılları boyunca, milliyetçilik(ler), ya Batı kampının anti-komünist paramiliter organizasyonları veya Doğu kampının anti-kapitalist “ulusal kurtuluş” hareketleri olarak gelişen yani kullanım değeri olan manipülatif akımlardı.
Soğuk Savaş sonrası küresel burjuvazi ve onun politik cephesi olarak ABD-İngiltere, yeni bir programı devreye soktu. Ulus devletlerin çağı geçmişti ve şimdi küresel bir düzen kurulacaktı. Uluslar daha küçük ünitelere bölünerek merkeze bağımlı ve birbirine de düşman entiteler haline gelmeli, toplumsallık yerine  bireysel aidiyetler öne çıkarılmalıydı. Bu süreç, küreselleşme ile mikro milliyetçiliklerin teşvik edilişini, eşzamanlı olarak ta ulus devlet ve konvansiyonel milliyetçiliklerin ise tasfiye edilişini gündeme getirdi. Bu programı kendi varlığına tehdit addeden uluslar ve ulusculuklar doğal olarak direnişe geçti. İşte bugün yükseldiği iddia edilen milliyetçilik vakası, bu naif direniş ve itirazları ifade eder ve buna dahi tahammülü olmayan küreselci milliyetçiler tarafından pejoratif bir edayla abartılması aslında tasfiye edilişine dönük bir mühendislik çabası gibi görünmektedir. Bu sosyal mühendislik, 1960 ve 70’li yıllarda “komünizm geliyor”, 1980 ve 1990’lı yıllarda “İslamcılık yükseliyor” bahanesiyle uygulanmış ve abartılı tehdit imajlarıyla yüklü sis bombaları eşliğinde bu akımlardan yeni dünya düzenine kadro devşirilerek, geri kalanı tasfiye edilmişti.
Bugün yükselen milliyetçilik söyleminin de benzer bir operasyon olduğunu düşünmek için birçok nedenimiz var.

Siyasi cinayetlerin ilk akla gelen -getirilen- adresi artık milliyetçi-ulusalcılar (90’lı yıllarda işlenen her cinayet sonrası İslamcılar bunu bize yıkacaklar diye tedirgin olurdu, şimdi milliyetçi çevreler aynı suçlu psikolojisine sokuldu). Son derece marjinal ve içeriksiz ulusalcı söylemler sürekli gündem yapılıyor.
(90’larda en uç ve primitif İslamcı gruplar-tarikatlar bütün Türkiye’yi kuşatmış havasında sunulurdu). Ulusalcı söylemin perde gerisinde askerlerin-derin devletin olduğu iması ise, tasfiye edilmek istenen gerçek odağın yani ulus devletin çekirdeğinin bir şekilde yeni düzene itiraz eden yanının terbiye edilmek istendiğini gösteriyor.
Bu genel fotoğrafın içinde, küçük ama önemli birkaç nokta
daha var: Öncelikle yükselen Kürt milliyetçiliğinin mazlumiyet istismarına dayalı kollanmasına paralel olarak hedefe alınan Türk milliyetçiliğini kriminalize etme ve ardından suçüstü yapılması söz konusu. Küresel programın müttefiki kılınan mikro etnik-mezhebî milliyetçiliklerin kollanmasını anlamak mümkün, ama düne kadar, özellikle Soğuk Savaş boyunca Batı kampının müttefiki konumundaki “Türk milliyetçiliğinin” bu şekilde tasfiyesi, Saddam’ın idamına benzer bir operasyonun ideolojik düzeyde de uygulandığını akla getiriyor. Eski müttefikler gibi eski müttefik ideolojik akımların da artık olmaması gerekiyor! Ama bundan daha önemlisi, dünya sisteminin iki yüz yıllık ulus devletlere dayalı yapısının tasfiyesi için öne çıkarılan küreselci neo liberal söylemin içinde gizli Batılı beyaz adam milliyetçiliğinin ortaya çıkan boşluğu doldurmasıdır. Öyle ki, tüm dünyaya dayatılan İngilizce hegemonyası, tek tip giyinme ve yaşama kültürü, tek tip mimari, tek tip düşünce, tek tip ekonomi gibi Anglo-Sakson milliyetçiliğinin doğasına uygun bir tebalaşma sürecinin derinleşerek nüfuz etmesi söz konusu. Yani Türk, Arap, Fars, Rus, Hintli, Alman ve Fransız kimliğini çözüp bir kenara koyarken, herkesi Batılı Beyaz Protestan insan tipine dönüştüren bu rafine milliyetçiliğin tasallutuna açık bir alan yaratılıyor. Bu manada, Anglofil yaşam tarzını benimsemek kaydıyla, daha alt kimlikler edinmenin özgürlüğü, demokrasisi, piyasası ardına kadar açılıyor. Kürt, Ermeni, Beluc, Süryani, Makedon, Çerkez, Gürcü, Bask, İrlandalı, Katalan, Berberi, Alevi, Şii, Sünni vb. olmak ancak ve sadece bu kimliklerin iç içe yaşadığı ulusal bütünlüklerin kimlikleriyle çatıştığı oranda teşvik görüyor. Eğer çatışmaya sokulamazsa, yani kullanım değeri yoksa, bu kimlikler için demokrasi ve
insan hakları da olmuyor! Durum en tepede bütün dünyada yürütülen en rafine ve büyük milliyetçilik biçiminin küçük milliyetçilikleri yediği Darwinist bir arenaya benziyor. Yani “Büyük hırsız küçük hırsızın elini kesiyor!”
Soğuk Savaş dönemi literatürü, vatan, millet, din, bayrak, ezan = Rusya/komünizm düşmanlığı idi. Şimdi yeni literatür, insan hakları, demokrasi, piyasa ekonomisi, özgürlük = Küreselci tek dünyacılık faşizmi… Eski söylem nasıl ki tek başına alındığında masum, doğru ve haklı içerikler taşıyor ama bir bütün olarak dünya düzeni içinde başka bir manaya geliyorduysa, bugün de kendi başına doğru ve haklı olabilecek kavramlar, küreselci dizayn içinde bambaşka bir manaya dönüşüyorlar. Tıpkı ‘1984’ romanındaki Orwelyen dünya gibi,
savaş deyince barış, mutluluk deyince acı, aşk deyince nefret kastediliyor. İşte önümüzde demokrasi götürülen(!) ve kadınlardan çocuklara kadar haklar bahşedilip özgürleştirileceği iddia edilen Irak ve Afganistan. Bunları anlamak için başımıza bombaların yağmasına gerek yok.

Milliyetçiliğin üç yüzü

Bu koşullarda milliyetçiliği tartışmak için, çok özenli ayrımlar ve itinalı ölçüler kullanılmalı. En önemlisi, milliyetçilik eleştirisi ile milliyetçilik şahsında yürütülen aidiyet, ortak kimlik, milli değerler ve hassasiyetlerin sabote edilişini ayırmak gerekir. Eleştiriyi, vatanseverliğin nasyonalizme galebe çalması bağlamında yürütmemiz elzemdir. Ama milliyetçiliğe vurma bahaneli değer tahribatı karşısında dikkatli olmalıyız.
Öncelikle, ülkemizde egemen olan Türk milliyetçiliğinin üç türü arasında ayrım yapmamız gerekiyor. Birincisi, Kemalist programın yaratmaya çalıştığı Fransız tipi ulusal kimliğin, 1980’lerden sonra yükselen burjuvazi tarafından İngiliz tarzı Beyaz Türk milliyetçiliğine dönüşmüş biçimi ile karşı karşıyayız. Bürokratik resmi milliyetçilik söyleminden, sermayedar seçkinlerin (Akbudun’un) söylemine geçişte “Türk” kavramının yaşadığı popüler anlam değişimini Amerikanvari “üst kimlik” tartışmalarında gözlemlemiştik. Eski solcu yeni liberal aydınların dilinde ete kemiğe bürünen bu “Türk” kavramının rafine bir el çabukluğuyla Kürtten ayrıştırılıp üst kimliğe yerleştirilirken içeriksizleştirilmesi söz konusu olmuştu.
Bu “Türk”, sokaktaki vatandaş olmayıp, ondan bağımsız ve hatta yer yer onu da dışlayan renksiz bir soyutlamadan ibarettir. Örneğin dini, inançları, töreleri, başörtüsü, kavuğu, sarığı, şalvarı, lahmacunu, şalgamı ve ayranı olmayan bir batılı beyaz Amerikalı-İngiliz tiptir. Bu “Türk”ün büyük bir lütufla Kürtle bir arada yaşamasına dayalı sahte söylem ise, ayrıştırma işleminin başarıyla sonuçlandırılacağı menzili işaret etmekteydi. Zaten iç içe geçmiş bir toplumu önce ayrıştırıp her birine birer farklı isim takıp, sonrada kardeş ilan etmenin şeytani tuzağı, söylemin büyüsüne kapılan birçok insanı içine aldı.
Beyaz Türk milliyetçiliği, kendisine rakip olarak en fazla içinden doğduğu Kemalist uluscu milliyetçiliği seçmişti. Bu milliyetçiliğin ulusal kimliğe ve ulus devlete biata dayalı karakterini sadece totalitarizm bağlamında eleştiren liberal söylem, sorun millet çoğunluğunun Müslüman (Sünni-Türk) karakteri
söz konusu olduğunda hemen Kemalizmle ittifak yapıyor ve milleti terbiye edici o bildik yukarıdan bakış, o parmak sallamalar, o suçüstü yakalayıcı polis şefi edası konusunda uluscu bürokratik seçkinlerden ön alıyordu. Beyaz Türk milliyetçiliği, sorun milleti beyazlaştırmak olunca Kemalizmle arasına koyduğu mesafeyi kaldırıp, Cumhuriyeti Batılılaşma projesi olarak kodlayan o egemen ideolojinin safında yerini alabiliyor. Demek ki, üst kimlik denilen şey, aslında üsttekilerin kimliğinin tüm topluma dayatılma çabasından başka bir şey değil.

Diğer milliyetçilik türü ise, alttakilerin, Karabudun’un Türk milliyetçiliği. Soğuk Savaş döneminde kullanım değeri olan bu milliyetçilik türü, Kürt meselesi karşısında kendini zaman zaman ırkçı tepkiselliğe itse de, özünde bölünmeme, ayrılmama, yek vücud olma, dış manipülasyonlara kapılmama hassasiyetlerinin “Türk” kavramı etrafında sağlanması, daha doğrusu ancak ve sadece bu kavramla birliğin mümkün olduğu kesin inancını ifade ediyor. Ne var ki, sınıfsal olarak alt orta sınıflara dayalı bu akımın teorik ve kültürel yetersizliği, onun kriminal bir korku nesnesi halinde sunulmasına yol açıyor. 1970’li yılların nisbeten fikir temelli milliyetçilik “hareketinin” 2000’li yılların yarı mafyöz ve lümpen unsurların maskesi olarak kullanılan milliyetçilik “refleksine” indirgenmesi, milliyetçi akımların önderlerinin de şikayet ettiği bir durum.
Gerçi bu milliyetçiliğin bir suç kaynağı olarak sunumunda, eski solcu aydınların Ülkücü Hareket’le 1980 öncesinden yarım kalmış hesaplaşmalarının da payı var. Ama asıl neden, tıpkı 90’larda İslamcılığa yapıldığı gibi, bu aşağıdan gelen ideolojileşmiş millet sosyolojisine karşı Beyaz Türk milliyetçiliğinin milleti terbiye edici edasından kaynaklanan topyekün Batılılaştırma operasyonunun totaliter karakteridir.

Milliyetçiliğin bugünlerde en popüler hale getirilen üçüncü biçimi ise, “ulusalcılık” olarak kodlanan ve derin devletle ilişkilendirilerek kriptolaştırılan bir heyula. Adresi, lideri, programı, içeriği belli olmayan, sadece olan biten her olayda itirazları, şerhleri ve muhalefeti ile gündem yapılan bu akımın, yükselip yükselmediğini de ancak Beyaz Türk medyasından öğrenebilmekteyiz! Galiba “Ulusalcılar” yaşanan yeni
Tanzimat sürecinin sükseli adları olan küreselleşmeye, AB’ye, çağdaşlaşmaya, demokratikleşmeye direndiği ileri sürülen statükonun kara imgesi olarak seçilmiş durumda. Ama gerçekte böyle bir akımın var olup olmadığı da meçhul. En azından eski solcu ve eski İslamcı yeni liberal çevreler için bir “Kızılağaçlar Kralı” fonksiyonu görüyor. Onlar için masumiyetlerini -yani kendilerinin olgunlaşmaya dayalı değişimlerini!- haklılaştıracak bir kötü geçmişin ve kötü düşünme biçiminin karikatürleri olarak sunulan Ulusalcıların bu rollerinin dışında sahici bir mana taşıdığını söylemek çok zor. Belki şu söylenebilir; Uluscu milliyetçiler, 20 yıl öncesine kadar bugünkü Beyaz Türk milliyetçiliğinin bugün teşvik edilişine benzer bir mühendislik süreciyle seçilerek teşvike mazhar olmuş çevrelerdir. Şimdiki direnişlerinde sadece milliyetçi duyguları değil, biraz da bu mazhariyet ve hegemonya kaybının kıskançlık ve öfkesi sezilmektedir.

Milliyetçiliğin kaybettirdikleri

Milliyetçilik eksenli bir tartışmada unutulmaması gereken bir diğer husus, yüz yıl önce milliyetçilikler sayesinde kaybettiklerimizdir. Batı kaynaklı azınlık yaratma ve himaye etme söylemine Tanzimat’tan beri aşinayız. Bizi birbirimize düşüren ve birçok acılara mahkum eden bu sürecin aynısını bugün sahneleyenlere karşı yapacağımız tek şey, ortak ülkü ve aidiyetlerimizi öne çıkarmaktır. Millet olarak kimseden bir arada yaşama kültürü ya da diyalog öğrenecek değiliz.
Ama bir zalim yanımız, ölçü tutturamayan, öfkesini kontrol edemeyen ve patladığı an insaf ve vicdan tanımayan bir yanımız daha olduğunu unutmayalım. Birileri buna milliyetçilik, başkaları da ayakta kalma içgüdüsü diyor. Geçmişte biz dışa karşı bir olabiliyorduk. I. Dünya Savaşı’nda bu yetimizi kaybettik. Çünkü biz zayıflamıştık ve gavurlar güçlenerek geliyordu. Bizim bazı unsurlarımız bu zayıflık-güçlülük görüntüsüne kendisini kaptırarak yanlış adımlar attı. Sonuçta, bizim kardaşımız, dindaşımız ya da yoldaşımız olan birçok topluluk yükselen yeni güçlere yaslanma yanlışıyla elinde olanı da kaybetti. Bu nedenle belki sorun yeniden güçlenerek birbirimizi sahiplenmek ve başkasına atfettiğimiz gücü geri almakla çözülecek.

Milliyetçi kimliklere karşı Milli kimlik

Bugün artık gündemimizi Batı kaynaklı sahte kimlik tartışmaları değil, sahici kardeşlik, dayanışma ve yeniden bölgemizle bütünleşme fikriyatı meşgul etmeli. Milliyetçilik eğer bizi birbirimizden ayırıyor, husumet ve kin doğuruyor, yeniden tarihe yürüyüşümüzü sabote ediyor ve Batı’nın yükselen küreselci rafine milliyetçiliğinin arzu ettiği ayrışmalara neden oluyorsa, bir fitneden başka bir şey değildir. Eğer vatanseverlik, aidiyet ve haysiyeti temsil etme, milletin hak ve hukukunu muhafaza etme, küreselciliğe karşı bize ait bir cihanşümulluğun iç kalesi olarak kendi milli varlığımızın gelişip güçlenmesine çabalama misyonu üstlenecekse, milliyetçiliğin, Milliciliğe-milletçiliğe dönüşüp, kendine çeki düzen vermesi, milletin bir parçasına ya da kendisi gibi düşünmeyenlere dönük suçlayıcı söylemlerini terk etmesi, kentli, rasyonel ve dışa dönük bir milli duruşun sigortası olarak konuşlanması pozitif bir misyon üretecektir.

Bugün son kalan aidiyetlerimizi de hedefleyerek gelen küreselci dalgayı, yani yükseltilen Batılı beyaz adam milliyetçiliğini uygun bir çalımla absorbe edecek ve Türkiye’nin tarihi ve coğrafi büyüklüğünü yeniden sağlayacak bir hamleye ihtiyaç var. Bunun için gerekli olan milliyetçi bir diskur değil, millici bir aidiyet inşasıdır. Milliyetçi diskur, son tahlilde küreselcilik kadar bize, tarihimize ve coğrafyamıza yabancı ve
yabancılaştırıcı bir sicile sahiptir. Millicilik ise, etnosa, otoriteye, yapay kimlik icatlarına değil, bütün renkleri ve alaşım hali ile millet varlığının çoğulcu bütünlüğüne aidiyet hissetmeyi ifade eder. Bu manada millilik; milliyetçiliğin, küreselciliğin, ulusalcığın, yani bir bütün olarak Batıcılığın antitezidir.

Millici bir inşayı ise, milliyetçiliğin devletçi, her koşulda devleti kutsayıcı diskuruyla değil, ya da küreselci ideolojinin, devleti küçülterek, yıkarak, azaltarak yerine şirketleri, bankaları, medyayı ikame edici diskuruyla değil, aksine devleti asli misyonuna, bizim buralardaki o tarihsel manasına, yani kerim devlete dönüştürerek yapabiliriz. Devletçi milliyetçi söylemin devlet adına çeteleşebilmeyi sağlayan veya devlet
karşıtı liberal söylemin devletin boşalttığı alanlara sermaye güçlerini, şirketleri ve alışveriş ilişkilerini ikame etmesini zorlayan karakterlerini göz önüne alırsak, gerçekten toplumsallığın ürünü, toplum denetimine açık ve içerdeki ya da dışarıdaki toplum düşmanlarına karşı örgütlenmiş bir devlete ihtiyacımız var. Bu devlet, hepimizin ortak paydası ve ortak mülküdür. Hiç kimsenin sahiplik, efendilik taslamadan, eşit ve özgür yurttaşlar olma statüsüne sahip olacağı gerçek bir Kerim Devletin ve Adalet Cumhuriyetinin savunulması hepimizin ortak davası olabilir.

Sözün özü; Mevlana’nın ifadesiyle, “Bizim eve iki ben sığmaz”. O zaman kaybettiklerimizin tescili ve kaybedeceklerimizin habercisi olan bütün milliyetçilikleri ayrım yapmadan nasıl aşacağımızı, hepimizin olduğu haliyle içinde yer alacağı tabii bir varoluşu ve erdemlerimizin toplamı olan kolektif bir ben idrakini nasıl pişirerek olgunlaştıracağımızı tartışmaya başlamalıyız…

Kaynak: Davası olmayan Adam değildir, Yarın yay. 2010

Leave a Reply