Yeniden ihya için Kavram Tashihi-1: İslam Düşüncesi

Bugün ortalama Müslüman zihnin düşünsel altyapısını oluşturan kavramların tekrar gözden geçirilmesi gerekmektedir. Aksi halde Müslüman dünya bir yüzyılı daha kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Bahsi geçen kavramsal altyapının 21. Yüzyılı da gözeten bir perspektifle tashihi gerekmektedir. Bu çerçevede yürütülecek bir tartışma süreci için ana hatlarıyla bir “tashih denemesi” yapabiliriz.

1-İslam Düşüncesi:

Bu tabir 20. Yüzyıla aittir. Geçmişte kelam, felsefe ve tasavvuf ekolleri, bugün İslam düşüncesi olarak kastedilen fonksiyonu görmekteydi. Ancak modernleşme dönemi ile birlikte insan aklının yaratıcı kullanımının önem kazanması nedeniyle, düşünce/fikir/ideoloji kelimeleri daha çok kullanılır oldu. İslam düşüncesi olarak nitelenen fikirler ise, esasen batılı düşünürlerin fikirlerinin İslamileştirmesinden ibaretti. Müslüman düşünürlerin tarih, toplum, siyaset, ekonomi ve dünya tahlilleri; Locke, Hobbes, Montesquieu, Hume, Rousseau, Keynes, Hegel, Kant, Marks, Popper, Kuhn, Bergson, Heidegger, Feyerabend gibi birçok batılı düşünürün fikirlerinin “İslami terimlerle” tekrar edilmesinden ibarettir.

Ancak “batı karşıtı” bir üslupla ifade edildiği için özgün ve farklı fikirler gibi algılanmaktadır. Bu durum aslında normaldir, zira düşüncenin dini olmaz. Düşüncenin doğrusu ya da yanlışı olur. İsabet edeni ya da etmeyeni olur. Bunun ölçüsü de pratik hayatın kendisidir. Sayılan düşünürlerin fikirleri son iki yüz yıldır çeşitli yorumlarıyla beraber, başta batı dünyası olmak üzere birçok ülkede pratik sonuçlarını vermiş ve denenmiştir. Bu fikirler dinin değişmez itikat, ibadet ve ahlaki hükümleri dışında siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda yoğunlaşmıştır. Bu alanlar ise İslam açısından ibaha yani serbest alanlardır. Yani Müslüman zihinlerin muhayyer olduğu, farklı ve yeni her tür fikre açık olabileceği konulardır. Bu nedenle İslam akidesi ve ahlakının genel ilkeleri ışığında her tür felsefi, siyasi ve iktisadi doktrinin doğruları savunulabilir. Bu açıdan “İslam düşüncesi” tabiri yanıltıcıdır. Zira böyle bir düşünce tarzı yoktur. Bunun yerine hem İslam tarihinde hem de Doğuda ve Batıda var olan fikir ekollerinin düşüncesinden bahsetmek gerekir. Yani geçmişte İran, Mısır, Babil, Yunan felsefeleriyle etkileşim içerisinde ortaya çıkan işraki felsefe, meşşailik, mutezile düşüncesi, selefilik, Rey ekolü gibi, bugün de liberal düşünce, sosyalist düşünce, idealizm düşüncesi, sezgicilik, varoluşçuluk, diyalektik düşünce, Aristo ya da Descartes mantığı, Kant, Hegel, Marks düşüncesi, İran felsefesi, Yunan felsefesi, modern felsefe, post modern felsefe vb. gibi düşünce-felsefe yöntem ve akımları ile terkip, sentez veya etkileşim kurulabilir.

Bu düşünce akımlarının yorum tarzı ile Kur’an’ı, İslam’ı, tarihi, devleti, toplumu ve olayları değerlendirmek mümkündür. Müslüman zihin için tek sınır, temel inanç ve ahlaki hükümlerin (dinin özünün) değiştirilmemesidir. Ancak bunların yorumlanması mümkündür ki kelam ve tasavvuf gibi disiplinler de çoğunlukla İslam’ın asli hükümlerini yeniden yorumlama çabasını ifade etmektedir. Bu çaba “Allah’ın muradını” anlama gayreti anlamında tefekkür ve tefekküh etmektir.

Batı içi çelişkilerin ithali:Din-Bilim çatışması

20.Yüzyıl boyunca Avrupa’da Hristiyanlığın sekülerleşme karşısında yaşadığı akıl-vahiy, din-bilim çatışmasını tercüme eden birçok Müslüman aydın, maalesef, asla bizim geleneğimizle uyuşmayan bu ayrımları Müslüman zihinlere bulaştırmıştır. İslami ilimler geleneğinde, bizatihi Kuran’ın muradını anlama çabaları veya ondan bir hüküm çıkarma uğraşı içerisindeyken yani içtihat ederken, akli bir yorumun nakli bir bilgiye kıyasla ne derece uygun olduğu tartışması vardır. Hem tefsir hem fıkıh usulünde Kuran-Sünnet-İcma-Kıyas sıralamasında kıyas,akıl yürütmeye denk düşer. Yani ilk üç kaynakta açık bir hüküm yoksa, benzer hükümlerle kıyaslama yapılarak bir sonuca varılır. Yani sadece bir fıkıh usulü meselesi olarak akıl yürütme, ayet ve hadislerde yer almayan konularda veya yer alsa da tartışmalı konularda bir yöntem olarak kullanılır. Bu tamamen teknik bir konudur ve mezheplerin içtihat usulleri ile ilgilidir. Yani hayatı, eşyayı, olayları anlama yorumlama çabaları için değil, nass’ları, yani Kuran ve sünneti doğru anlamak ve herkesi bağlayıcı kesin hükümler çıkarabilmek için kullanılan özel bir ilmi metod meselesidir. Ki bu konuda bile akılla vahiy çatışmaz sadece hüküm çıkarma sıralamasında öncelik hangisindedir tartışması yapılmıştır. Aklı kullanmama, vahyi akılla çatıştırma veya nakli akla kurban etmek söz konusu olmamıştır. Zaten her Müslüman peşinen bilir ki, kuranı, sünneti, kadim islami hükümleri kavramak için önce doğru bir akıl gerekir. Bu nedenle bütün medreselerde talebelere önce mantık dersi verilir. Bunun dışında, her dönemde hayata, dünyaya, toplumlara, bireylere, siyasete dair birçok akli yorum, görüş, fikir, tez üretilmiştir. Yani, İslam geleneğinde akılla vahiy, müspet ilimlerle dini ilimlerin çatışması söz konusu değildir. Aksine, en yaygın İslam yorumunun kodifiye eden İmam Gazzali bile, dini ilimlerle akli-fenni ilimleri ayırır ve akli-fenni ilimleri kendi usulü ve literatürüyle anlatır. Gazzali sadece yaygın batıni cereyanlara set çekme adına, filozofların alemin ezeli-ebedi olup olmadığı vb. konularda Allah’ın yaratıcılığının yerine animist-panteist ezeliyet yorumlarının yapılmasını dini bir konu gibi ele alıp küfür olarak addetmiştir. Ki bu konu da daha sonraları birçok alim, İbn Rüşd veya meşşai, İşraki ekollerin bu tür yorumlarına devam etmiştir. Son tahlilde, sürekli akletmeye çağıran bir ilahi kelamın bağlılarının akılla, fenle, maddi ilimlerle hiçbir sorunu olmamıştır. Oysa, 20. Yüzyıl boyunca, birçok medresede ve tekkede insanların beynine akıl karşıtı fikirler işlenmiş, aklın şeytani olduğu, gavurluk olduğu, Müslümanın sadece kendisine aktarılan nakli bilgilere inanması gerektiği anlatılmıştır. Oysa akılsızlık, aklını kullanmama, insanın temel vasfı olan akletmenin terk edilmesi, şeytani vasıflardır.

Bu çarpık akıl düşmanlığı sayesinde Mantık, matematik, müzik, felsefe derslerinin olduğu medreselerden, bu derslerin küfür addedildiği sözde İslam ilimleri çağına geçilmiş, yani bir tür animist-pagan gelenekçilik, İslam diye öğretilir olmuştur. Cahil din adamları sınıfının modern bilimi ve felsefeyi kavrayamayan beyin çapları, onları akla karşı düşmanlığa sürüklemiş ve bunu da sözde kuran ve sünnet adına yaparak kendilerini korumaya almışlardır. Oysa, akıl, bilim, felsefe yoksa İslam da yoktur ve akılsız hiçbir yoruma asla İslami ilim denmez. Çünkü, akıl da bir tür vahiydir. Yani ilahidir ve Allah insanları sürekli akıllarını kullanmaya, düşünmeye, idrak etmeye çağırır. Eskiler, aklı olmayanın imanı da olmaz, demiştir. Çünkü akli olan zaten yanlış olamaz.

Bugün insanlık, en kadim sorulara sürekli yeni cevaplar aramakta, yaşam, ölüm, evren, doğa, varoluş, madde, zaman gibi birçok kavramı tanrıyla veya tanrısız açıklamaya, anlamaya çalışmaktadır. İslam dışı dinlerin geleneksel açıklamaları birçok insan için hükmünü yitirmiştir ve bilim bu dinlerin yerine daha ikna edici somut delillerle açıklamalar geliştirmektedir. İslam ise, felsefe alanına giren veya tarih, fizik, kimya, vb. dallardaki bilimlerin açıklamalarına dair bir din değildir. İslam, insanın Allah, ahiret, varoluşun anlamı, dünya hayatındaki sorumluluk ve ahlaki anlamda olgunlaşması yani insanlaşmasına dair öğütler, ölçüler ve yol gösterici, hatırlatıcı ilkeler vazeder. Dünyanın dönüp dönmediği, yuvarlak mı düz mü olduğu, canlılığın oluşum süreçleri, gökyüzünde kaç gezegen olduğu, fiziğin yasaları, atomların sayısı, tarihte ne zaman neler olduğu, yönetimin krallık mı, cumhuriyet mi olması gerektiği, işsizliğin nasıl giderileceği, kalkınmanın öncelikleri, jeopolitiğin esasları, bankacılık, borsa, altın, tahvil, döviz, kadın, erkek, aile, cinsellik, aşk, şizofreni, kanser, vb. bir dizi eski veya yeni, evrensel veya yerel soruna cevap yetiştiren ve üstelik tartışılmaz hükümler vazeden bir ansiklopedi, kanunlar katalogu veya yaşam koçluğu kullanım klavuzu değildir. Yahudilik ve Hristiyanlık, tamda böyle bir kurumsal dinsellik üretmiştir ama islam onlar gibi her ayrıntıyı düzenleyen statik dogmalara sahip bir din değildir. O dinlere özenip, islamı da onlara benzetmeye çalışanlar, Yahudi veya Hristiyan olamamış, dini o dinlere özenerek yaşayan birey veya gruplardır. İslam ilim geleneğinde ne mezhep kurucusu alimler, ne herkesin onayladığı büyük alim filozoflar, ne tasavvuf büyükleri, İslamı böyle anlayıp yorumlamamıştır. İslam’ın özüne uygun olarak, genel ilkeler ve o ilkeleri her konuda kullanabilme usulleri vazedilmiştir. Yani, adalet ve iyiliği üstün tutma bir genel ilkedir ve ister bin yıl önce ister bugün ister Endonezya’da ister Amerika’da yaşasın, ister konu devlet, siyaset olsun ister ekonomi veya ticari bir ortaklık, her Müslüman adil olmak, iyi olmak, bu konudaki İslamın bu ilkesine uymak zorundadır. Dünyanın dönmesi veya sabit olması, akli çabalarla tespit edilebilecek konulardır. Kalkınma sorunları, dış politika, bireysel ailevi psikolojik sorunlar, hepsi, her Müslümanda olması gereken akıl, vicdan, merhamet, paylaşma, dayanışma, doğru ve güzel olandan yana olma ilkeleri çerçevesinde ele alınır. Farklı yorum ve görüşler olsa da bunlar dini temelde dışlama konusu olamaz. Emevilerin ve sonradan bir dönem Mutezilenin bazı konulardaki ayrılıkları küfür, şirk, vb. dini kavramlarla tanımlayıp muarızlarını tasfiye etmesi gibi örnekler olsa da, bu örneklerden daha fazlası bu örneklerin lanetlendiği, asla onaylanmadığı ve daima kötü örnek olarak aktarıldığı bir vakadır. Bu anlamda İslam ilim geleneği, her konuda kendi çağının sorunlarına çözüm usül ve örnekleriyle doludur ve bugün onları aynen alıp uygulamak değil, o koşullarda nasıl bir yöntem izlendiğine dair bir deneyim olarak alıp değerlendirmek gerekir. Çünkü hayat devam etmektedir ve her yeni, değişik ve farklı olanın doğru kavranıp ona göre aynı ilkesel tutumları alabilmek, Müslüman zihnin en önemli ve diğer dinlerden farklı özelliğidir. Böyle olduğu içindir ki, bin yıl boyunca hayatın her alanında siyasi, sosyal, kültürel, sanatsal, edebi, ilmi, fenni yenilikler, icatlar, fikirler, pratikler ortaya çıkabilmiştir.

Bu noktada, insanlık için temel sorun, dini veya değil, herhangi bir açıklama biçimini tek gerçek ve doğru addedip, geri kalanı dışlamak, yasaklamak, küfür addetmek veya aşağılamaktır. Tarım çağlarında kiliselerin yaptığını, bugün bilimci pozitivist kiliseler yapmakta ve dinsel her tür bilgi ve açıklamayı adeta pozitivizm dininin inkârı yani küfür addetmekte ve aşağılamaktadır. Oysa insanın bütün kadim soru ve cevapları değerlidir ve kıyamete kadar da bir şekilde her bir insan tekinin farklı koşullarda ihtiyaç duyduğu çeşitli açıklamalara denk düşer. Aslolan insanın anlam arayışıdır, hakikat sorgulamasıdır yani bizatihi insan, evren ve varlık hakkındaki düşünme çabasıdır. İslam açısından bu düşünme uğraşının kendisi azizdir, değerlidir ve her Müslümana farzdır. Kuran, indiği dönemin bu yöndeki tartışmalarına yer vermekte ve çeşitli sorulara izahlar, cevaplar içermektedir. Her durumda da insanları akletmeye, düşünmeye, hatta doğru düşünmeye çağırmaktadır. Son tahlilde de hakikatin bütününün künhüne ancak kıyamet sonrası öte alemde varılabileceği söylenmektedir. İnsanlara düşen, Allah’ın ruhundan üfleyerek akılla donatıp diğer tüm canlı cansız varlıklara karşı sorumlu kıldığını idrak etmek ve bunun gereğini yaparak, hayatın, ölümün, evrenin, doğanın sırlarını çözmeye gayret etmektir. Çünkü sadece insan, kendisini veya doğayı çözümleyerek yapıcı veya yıkıcı bir rol oynayabilir. İslam, yani İbrahim’i-ilahi gelenek, işte bu noktada akledip fark edilen her keşif, ilim, icat ve gerçekliği doğruluk yolunda kullanmayı, bilgiyi kötülüğe alet etmemeyi öğütler.

Bu anlamda, her tür felsefe, düşünce, açıklama biçimi, bilimsel keşif veya yorum tarzı, her Müslüman için eşit derecede değerlidir ve bunu istediği gibi kullanma hakkına sahiptir.

20.yüzyıl boyunca pozitivist akımların dinlere, özel olarak kilise dogmalarına karşı yürüttüğü ve adına karanlıktan aydınlığa çıkış-aydınlanma- dediği çaba, aslında özü itibariyle doğru bir çabadır. Evrenin, dünyanın yapısı, canlılığın oluşumu, hastalıkların nedenleri, madenlerin özü, insan ve toplumların sorunları ve çözümleri gibi birçok alanda dinsel kitaplarda yazılanların yorumlanmasıyla bilinen-inanılan bir çok meselede, akıl ve bilim yoluyla elde edilen yeni bilgilerin eşliğinde farklı açıklamalar getirilmiş ve bunlar teknolojik yenilikler eşliğinde sunularak kiliselerin baskısından bunalmış insanlar için daha makul ve ikna edici bulunmuştur. Son tahlilde bu açıklamalar, kilise-kral-aristokrasi egemenliğinden kurtulmak ve yeni tüccar sınıf olan burjuvazinin kendi çıkarlarına uygun yeni bir düzen kurması sürecinin teorik dönüşümünü ifade etmekteydi. Avrupa’daki sınıfsal ve dinsel kavgaların eşliğinde süren bu tartışmalar, evrensel çapta değişimlere yol açmış, adeta insanlık tarihsel bir yeni evreye geçerek sanayi, şehir ve bilim üzerine kurulu yeni bir düzen kurmuştur. Tüm bu gelişmeleri kenardan izleyen İslam ve diğer batı dışı dünya ise, dinsel kavramlar ve açıklamalarla modern gelişmeleri bağdaştırma ya da çatışma seçenekleri arasında kalmıştır. İslam dünyası, bu süreçte olan biteni kavrayamayacak kadar donanımsızdır ve en fazla kendi statükosunu koruyarak gelişmeye çabalamak gibi bir yol seçebilmiştir. Bu da şizofrenik bir zihin dünyasına yol açmıştır ve halen de bu hastalık devam etmektedir.

Çağdaş İslam düşüncesi, işte bu şizofreninin adıdır. Geçmişte Aristo’yu ve diğer Yunan filozofları şerh eden İbn Rüşd veya Farabi, Hind-İran metafiziğini yeniden yorumlayan İşraki ekol veya İbn arabi, matematik, tıp, mantık, tarih, sosyoloji alanlarında devrim niteliğinde buluşları olan El Ceziri, İbn Sina, İbn Haldun, İbn Miskeveyh, Er Razi, İbn Hazm ve daha onlarca ilim adamının 8-13. Yüzyıllarda İslam literatürüyle yaptığı aydınlanmayı yapamayan, yapacak mecali de olmayan 19.-20. Yüzyıl Müslümanları, çaresizliğin çığlığı gibi, bir yandan Müslümanlıklarını koruma öte yandan modernleşme dalgasına bir şekilde adapte olma yolunu seçmişlerdi. Ama artık bu yolun da sonuna gelindi ve artık bilimsel-teknolojik gelişmeler, geleneksel açıklamaları hükümsüz kılacak kadar baskın bir dalgayla her tarafı kuşatmış durumda.

Sorun aslında Müslüman zihinlerin, hiçbir şekilde benzemediği kilise dogmaları veya Yahudi dinselliğinin reflekslerini kuşanması, sanki İslam da Yahudilik ve Hristiyanlık gibi bir dinselliğin adıymış gibi davranmasıdır. Nitekim medrese ve tekkelerde egemen olan Yahudi-Hristiyan dinsellik biçimi, bizatihi İslam’ın yerine geçmiş ve sanki dinin kendisiymiş gibi ev sahibi rolünde, tıpkı Avrupa’nın Yahudi ve Hristiyan dindarlarıyla aynı dalga boyunda tepkiler üretmiştir. Mesela evrim teorisi gibi, son tahlilde bir teori olan açıklama biçimine karşı İslam dünyası, bizatihi kendi ilim geleneğinin fikri olan bu görüşe karşı kiliselerin yaydığı reddiyeleri benimseyip adeta dindarlığın ölçüsü yapacak kadar kendini kaybetmiştir. İbn Sina’dan, İbn Haldun’dan, İbn Arabi’den Erzurumlu İsmail Hakkı’ya kadar, her ekolden Müslüman alimlerin canlılığın oluşumunu madenler-bitkiler-hayvanlar-insanlar şeklinde sıralayan bir tür evrimci yorumlarından bihaber olan birçok tarikat cemaat alim aydın, kiliselerin sözüm ona tanrının aniden her şeyi yarattığına dair sihirbaz tanrı görüşünü İslam’ın görüşüymüş gibi inat ve ısrarla savunmuşlardır. Allahın sebeplerle yaratması ve her şeyi bir yasaya bağlaması (sünnetullah) gibi temel İslami itikat kuralını bile ihmal eden bu tanrıcılık tarzı, hegemonyasını kaybetmek istemeyen kiliseye aittir. Darwin’in kendisinin bile kilise tarafından Müslümanların görüşünü savunuyor diye suçlandığından habersiz sözde Müslüman alimlerin cehaleti, şaşkınlık vericidir. Güya materyalizme karşı Allaha imanı koruma adına, özellikle okur yazar insanların çoğunun aklına yatmayan bu tür açıklamalara sığınan düşünme tarzı, korkulanı gerçek kılmış ve İslam dünyasının okur yazarlarının çoğunu dinden uzaklaştırmıştır. Evrim örneğindeki gibi, birçok konuda aynı şekilde ya kendi felsefi geleneğimizin bile dışında alakasız yorumlar din diye savunulur olmuş veya İslamın farz kıldığı düşünme emrine aykırı olarak, eski alışkanlık veya bilgileri inatla savunma çabası din edinilmiştir.

Pozitivizm dinciliğinin ürettiği yobazlık

Bu noktada, pozitivist saldırganlığın suçu büyüktür. Avrupa’da da diğer dünyada da her yeniliği dinleri, tanrıyı, dindarları reddetmek, ötekileştirmek, aşağılamak için kullanan son derece müfsit ve görgüsüz bir bilim tapıcılar çetesi türemiştir. Büyük ölçüde pagan animist damarın ilahi dinlerden intikam alışını ifade eden bu müfsit aydın çeteleri, bilim ve teknoloji yoluyla insanlığın soru ve sorunlarına yeni cevaplar bulma, hakikati yeniden yorumlama veya toplumları daha insani koşullarda yaşatma gibi mümince bir çaba yerine, geçmişten kalma veya var olan haliyle çeşitli siyasi ekonomik ideolojik rövanşlarını alma fırsatı olarak görmüş, adeta yeni bir paganizm icat ederek bunu toplumlara dayatmaya çalışmıştır. Yani bazı gerçek bilim adamları ve filozoflar hariç, çoğu pozitivist neopapazın derdi, hakikati, bilimsel yasalarla keşfetmekten çok, kilise dogmalarını ve inananlarını rezil etmek, küçük düşürmek ve tasfiye etmek için bilimden malzeme devşirmek olmuştur. Bu tavrın aynısı Türkiye gibi, benzeri birçok batı dışı dünyadaki batıcı-gelenekçi çatışmasında da söz konusu olmuştur. Batıcı aydınların çoğu, aslında toplum çoğunluğu ve destek verdiği siyasi iradeyi tasfiye etmek, aşağılamak, geçmişten kalma bazı rövanşist duygularını tatmin etmek gibi saiklerle bilim, akıl, ilericilik, çağdaşlık, laiklik vb. argümanları savunur olmuştur. Nitekim, kendi başlarına kaldıklarında ne bilimle ne akılla ne felsefe veya sanatla, hatta basit insani erdem ve ahlaki vasıflarla bile ilgileri olmayan sefih bir zümre oldukları da bir vakıadır. Bu seviyesiz güruh, sadece toplum çoğunluğunun değerlerini, iyi kötü geleneklerini ve özgüvenini tahrip etmekle kalmamış, batılılaşma maskesi altındaki bu art niyetleri sayesinde batı dışı toplumların modernleşmesini, yani insanlık çağındaki büyük dönüşümünü engelleyecek direnç noktaları oluşmasını da sağlamışlardır. Yani, özellikle İslam dünyasında egemen olan yobazlığın büyük kısmı, işte bu sahte modern-özde pagan ve halk düşmanı zümrelerin saldırgan tavrına karşı bir refleks olarak varolmuştur.

Sonuçta, Avrupa’da ve diğer her yerde bu çatışmalar bütün 19. Ve 20. Yüzyıl boyunca yaşanmış ve insanlık bugün adeta yorularak nihilist bir moda girmiştir.

Müslüman toplumlar da özellikle genç nesiller, kurumsal dinselliklerin siyasi veya sosyal baskısını hissettikçe aynı nihilist moda bürünmekte, deizm gibi, Allaha iman edip geri kalan her konuda dinsellik biçimlerine kayıtsız kalma tavrı yaygınlaşmaktadır.

İşin gerçeği, İslam’ın kendisi zaten Yahudilik, Hristiyanlık ve pagan inançlara reddiyeler getiren yani o dönemin bir tür deizmi gibi sahneye çıkmış bir iman etme biçimidir. Hem putperestlerin hem de Yahudi ve Hristiyanların nezdinde Hz. Muhammed ve arkadaşları, küfürle, sapkınlıkla, imansızlıkla, dinsizlikle suçlanmıştır. Çünkü bizatihi İbrahim’i-Hanif gelenek, putperestliğin yani animizm ve paganizmin reddi demektir. Yahudi ve Hristiyanlığı da pagan ve animist inançlarla bulanmış, özünü kaybetmiş, tahrif olmuş birer din olarak eleştiren İslam, o dönem koşullarında gerçekten bir tür din karşıtı akım gibi sahneye çıkmıştır. Aslında kadim manada Din, tarihsel olarak animizm ve paganizmdir. Yani göçebe-köylü kesimler her şeyin tek tek ruhu ve birde bütünün toplam ruhu olan tanrılara inanır. Bu animizmdir. Semboller, simgeler, doğa olayları, ölülerin ruhları tabu, totem veya fetişlere çevrilmiştir ve yaratıcısı olmayan, birbirine dönüşerek devinen bir doğa inancı vardır. Panteizm de denilen bu inanç bugün Şamanizm, Budizm, Hinduizm, Şintoizm gibi dinler tarafından temsil edilmektedir. Paganizm ise, animizmin şehirlerdeki halidir. Daha somut tanrısallık biçimleri üretilmiştir. Kişiler, kahramanlar, liderler, kişiselleştirilmiş doğa güçleri tanrısallaşmıştır ve onların yarı insan yarı tanrı formları da yardımcı tanrı rolündedir. Bu tanrıların sembolü olan heykel veya objelere tapmak, çeşitli bireysel veya toplu ayinler, inisiyasyon törenleri, belirli zamanlarda uygulanan kurban ritüelleri, çeşitli dua seremonileri, korku ve saygı ifade eden birçok ibadet biçimi, animizmin ve paganizmin uygulamalarıdır. Gök, yer, güneş, ay, yıldızlar, dağ, tepe, ağaç, su, göl, nehir, deniz, ateş, ışık, mağara, şimşek, yıldırım, fırtına gibi doğa olgu ve olayların birer farklı tanrı veya tanrının eylemleri olduğuna inanmak, yine cin, melek, peri, şeytan, ruh, dev, gibi görünmez varlıklara inanmak, kader, felek, burçlar gibi fal konusu büyülere inanmak, bu kadim dinselliğin inanç biçimleridir. Aynı şekilde ölü veya yaşayan kralları, filozofları, din adamlarını, kahramanları yüceltme, tanrı veya tanrının oğlu-kızı olarak kutsama alışkanlığı da bu pagan dinselliğin en yaygın inancıdır. Eski Babil, İran, Mısır, Yunan ve Roma dinleri paganizmin çeşitli türevleridir.

İslam’ın şirk olarak tanımladığı bu inançlar, en büyük bir baş tanrı yanında bu tür onlarca yüzlerce tanrısallığa dayanmakta, her şeyi kutsamaya dayalı bu tanrısallık biçimi, insanın ilkel korku ve varoluş hallerini açıklamaya yaramaktadır. İlahi din, yani İbrahim’i kelam, ‘la İlahe İllallah’ ilkesiyle işte bu çarpık ve eksik insan-doğa-tanrı algısını reddetmekte, insanı akletmeye çağırmakta ve mutlak yaratıcı ve yarattıklarından münezzeh Allah tasavvuru ile, bir üst soyutlama yaparak, her tür kutsamayı ortadan kaldırmaktadır. Yani, güneş, ay, yıldızlar, liderler, kahramanlar, otoriteler, altın, para, mal, mülk, güç, ruhlar, cinler, periler, ateş, ışık, yıldırım, deprem, volkan, mevsimler, ağaçlar, dağlar, hayvanlar vb. hiçbiri tanrı değildir, kutsal değildir, ayrıcalıklı, önemli, gizemli, dokunulmaz, tartışılmaz, yüce, ulu, büyük vb. değildir. Aksine her şey, kendi kaderi dahil her şey insanın emrine verilmiş rasyonel olgu ve varlıklardır ve insan bunları tanıyarak kendini, kendini tanıyarak bizatihi bütün varlıkların tözünü, anlamını yani o Bir olanı kavramaya çalışmakla mükelleftir. Nokta.

Bu Allah telakkisi, animist-pagan inançlar üzerine kurulmuş dinsellikleri, din kurumlarını, tapınakları, din adamlarını, dinsel söylenceleri, kutsalları, reddetmeyi sağlar. Yani, İslam özünde dinleri yıkma ve insanları dinlerin tahakkümünden kurtarma çağrısıdır. Dinsellikler ise kurumsallıklar üzerinden insanlara hükmeder ve siyasi otoritelerin de işine gelen bir kullaştırma-köleleştirme mekanizmasının en işlevsel araçlarıdır. İnsanları azla yetinmeye, kaderine razı olmaya, başkası için çalışmaya, anlamsız işgal ve talanlar uğruna savaşıp ölmeye ve öldürmeye göndermenin, krallara gönüllü itaate alıştırmanın, en dolaysız, maliyetsiz ve meşru yolu, binbir türlü kutsala, doğa gücüne, gözle görünmez varlığa, mucizevi olaylara, efsanelere, cin ve şeytanların gazabına inandırmaktadır. Bu iman karizması sayesindedir ki, binlerce yıldır insanların çoğu, her zaman bir azınlığın tahakkümü altında sürü gibi yaşamış, bir ömür çalışıp başkalarının kar ettiği savaşlarda ölmüştür.

İlahi-Hanif dini geleneğin yasakladığı, leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü içecekler ve uyuşturucu maddeler kullanmak, kumar, fal, fuhuş, faizcilik ve diğer fasit alışkanlıklar, işte bu kul-köle yığınları itaat altında tutmak için egemen sınıfların sürekli teşvik ettiği, kendilerinin de kalitelisini tercih ederek kullandığı alışkanlıklardır. Çünkü en üsttekilerle en alttakiler, aynı yaşam tarzına sahiptir sadece en alttakilere bu alışkanlıkların en kalitesizi düşer. En üsttekilerin yaşamını cennet zanneden köleler, onu taklit ederek kendi dünyalarında yalancı cennetlerde yaşarlar. Böylece daha kolay savaşa gider, daha ucuza çalışır ve isyan etmezler. Pagan -animist ibadetler, insanları haoma veya soma denilen alkollü içkiler eşliğinde veya bir tür bayat mantar ve zehirli bitkilerle yapılan ekmekler yedirerek uyuşturup halüsinasyon görmeleri sağlanmakta, ardından beyin ritmini hızlandırıp transa sokan müzikler eşliğinde danslarla coşturup, tanrılara kurban veya yakarış törenleri şeklinde olmaktaydı. Afrika’dan Hindistan’a, Orta Asya’dan Avrupa’ya, Mısır, İran ve Anadolu’dan Latin Amerika yerlilerine kadar bütün toplumlarda farklı nüanslarla uygulanan bu ibadet biçimleri, bugün dinsellik bağlamından soyutlanmış haliyle, dans, karnaval, bayram veya törenler şeklinde sürmektedir. Yine müzik, sinema, spor gibi kitlesel araçlarda çeşitli meşhur şahısları ilah seçip sürekli insanları bunların hayranı yapma çabası, porno endüstrisi yoluyla kitleleri evlilik dışı cinselliğe teşvik edilmesi, homoseksüellik ve diğer sapkınlıkların normalleştirilmeye çalışılması, alkolün özendirilmesi, uyuşturucunun yaygınlaştırılması, insanı kullaştıran inançların tahakkümü, din adamlarının baskısı, dinsel inançların siyasi otoriteleri meşrulaştıran rolü, bunların hepsi animist-pagan alışkanlıklarıdır ve bunlar sayesinde akılsızlaştırılan kitleler kapitalizmin tüketgen koyunları veya sosyalizm, Kemalizm, Baasçılık, Çin, Kore komünizmi, İran, Suud, Brezilya, Venezuela, rejimleri gibi her çeşit düzenin gönüllü kulları yapılmaktadır. Yani bugün güya köleliğin olmadığı bir dünyada sayılan bu fasit alışkanlıkların sürekli teşvik edilmesi boşuna değildir. Egemen sınıflar binlerce yıllık bu alışkanlıkları ısrarla sürdürmekte ve milyonların akılsız, idraksiz, ahlaksız, sefih yaşamasının sayesinde tahakküm çarkını çevirmektedirler.

Sözde pozitivist-materyalist-bilimci, akılcı geçinen kapitalizm ve sosyalizm veya çeşitli seküler rejimlerin, eleştirip aşağıladığı dinlerden daha fazla put üretmiş olması, en koyu dindarlıkların taklidi gibi lider, parti, mal, para, eşya, teknoloji, bilim, felsefe, tapıncını insanlığa dayatması, binbir türlü yeni tören, seremoni, fetiş ve tabular icat edip bunları yüceltmesi ise tam bir ironidir. İnsanlık bugün de hala sürüler halinde yaşamakta, onlarca tanrıya tapmakta, yüzlerce tabu, totem ve fetişe inanmakta, gönüllü veya zorunlu, resmi veya sivil birçok ayin, tören, sembolik davranış veya seremoniye devam etmektedir. Sadece bu defa adına din, kutsal, ibadet vb. denmemektedir.

İbrahim’in tevhit çağrısı işte buna isyanın adıdır ve insanı ayağa kaldırma, her bir insan tekini aziz görerek eşit şahsiyetler haline getirme, kula kulluğu reddetme ve her tür saçma inanç ve tanrısallık biçiminden arınıp rasyonel düşünebilen akil varlıklar haline getirme çabasıdır. Bilinen yazılı tarihte Sümer-Akad-Babil-Mısır imparatorluklarının pagan dinlerini reddetmekle başlayan İbrahimi isyan geleneği, insanlık adına, adaletin, özgürlüğün, eşitliğin, barış ve huzurun, yani insana layık bir yaşam tarzının davasını gütmenin adıdır.

Leş-ölü eti- yememek, kan içmemek, domuz eti yememek, alkol ve uyuşturucu kullanmamak, evlilik dışı yani hukuk dışı cinsellikten uzak durmak, kumar ve falla uğraşmamak demek, insan olmak, onurlu, özgür, temiz ve doğru bir yaşam kalitesine sahip olmak demektir. Ancak böyle insanlar hakkıyla iman edebilir ve ancak hakkıyla iman edebilenler insan kalabilir. Yani sorun tek tek bu sayılan yasaklar değil, bir paket halinde kadim köle yaşam tarzıdır ve La ilahe illallah demek bu köleliği tümden reddetmek demektir. (Bu alışkanlıkları olan birey ve toplumların bugün topyekün kölelik geleneğini devam ettirdiği, islam toplumlarının bunun dışında olduğu gibi bir iddiamız yoktur. Demek istediğimiz, İbrahimi geleneğin bu konulardaki yasaklarının ana nedeninin, o dönemin kutsallaştırılmış zulüm ve sömürü düzenlerinin ideolojisi olan paganizmi-animizmi red ve bunu sağlayan yaşam tarzının terk edilmesi olduğunu vurgulamaktır. Bugün artık farklı toplumlarda kültürel alışkanlıklar olan alkol ve domuz eti, tek başına aynı anlama gelmemektedir. Müslüman kimliğin kırmızı çizgileri olan bu yasaklar, kıyamete kadar öyle kalacaktır ama diğer inanç sahiplerinin yaşam tarzının veya doğuştan edindikleri kültürel alışkanlıklarının karşısında Müslümanlar sadece hoşgörü ve tolerans gösterebilirler. Ki, tarih boyunca da böyle olmuştur. Ama uyuşturucu, alkolizm, kumar, falcılık, faizcilik, insan aklını ve sağlığını ve toplumsal huzuru koruma adına daima mücadele edilmesi gereken evrensel kötülüklerdir. Bu mücadele eğitimle, sağlıkla, nasihatla, çeşitli kamusal tedbirlerle yürütülmelidir. ki, dünyanın her ülkesinde bu sorunlara karşı resmi ve sivil bir çok organizasyon faaliyet yürütmektedir.)

İslamın da paganlaşmaması için…Tevhid bilinci

İslam, İbrahim’i geleneğin deforme olup pagan dinlerle sentezlenmiş biçimleri olan Yahudi ve Hristiyanlığın deneyiminin de etkisiyle, tevhit telakkisinde son derece hassas, ısrarcı ve kararlı bir inanç yapısına sahiptir. Ne var ki, zaman içerisinde önceki İbrahim’i çağrının yani Musevi ve İseviliğin başına gelen İslam’ın da başına gelmiş ve zamanla İslam’da kurumsallaşarak öncekiler kadar olmasa da yer yer animist-pagan dinlere benzer biçimler almıştır. Bugün İslam toplumlarında gerek iman umdelerinin gerekse ibadet ve muamelat hükümlerinin, bir tür animist-pagan alışkanlığı gibi, şekle, törenlere, sembollere indirgenmiş olduğu, özünü kaybettiği, dinlerden bir din gibi, belli toplumlara has kendine özgü geleneklere sahip sıradan bir inanç biçimine dönüştüğü söylenebilir.  Tarihsel misyonu ve evrensel çağrısı kaybolmuş bu dinin, Yahudi ve Hristiyanlar gibi, bir şekilde tarihte bu dine topluca mensup olmuş ve bir daha da çıkmayan müntesipleri vardır. İslam toplumu veya ülkeleri, ya da Müslümanlar derken, işte bu anadan babadan Müslüman doğup alıştığı gibi inançlarını devam ettiren yığınlar kastedilir. Binlerce yıllık köleliğin genetik olarak devam ettirdiği alışkanlıklar, Musevi, Hristiyan veya Müslümanda olsa, bir şekilde nüksetmekte ve bu dinsel formların diliyle devam etmektedir. İnsanların Kuran’ın apaçık hükümleri ve Peygamberin detaylı sünneti ortadayken, ısrarla putperest veya animist gibi davranması, yani, mezarlara çaput bağlamaktan, şeyhlere kutsal-aracılar rolü vermeye, liderlere tazimden, kuran, peygamber veya evliyaları bile putmuş gibi kutsayıp tapmaya kadar binbir çeşit İslami putçuluk davranışlarını sürekli üretmesi tuhaftır. Oysa, Kelime-i şehadette bile, yani daha İslamın kapısına girerken, ‘Allahtan başka ilah yoktur, Muhammed o’nun kulu ve resuludur’ diyen bir din, peygamberin diğer insanlar gibi bir kul olduğunu ve ilahi mesajın da sadece elçisi olduğunu vurgulayarak önceki dinlerin akıbetine karşı tedbir almışken, bugün Müslümanlar adeta peygambere tapmakta, yetmezse peygamberin torununa, soyuna, o soydan gelen bir seyyide, seydaya, veya peygamberin bir arkadaşının halifesine, onun izindeki şeyhe koşulsuz bağlılığı İslam diye yaşatmaya çalışmaktadır.  Bu ruhlara, genlere sinmiş kölecil alışkanlık, binlerce yıllık aşiretçi-soycu-kabileci toplulukların liderlerine tazim biçiminin dinselleşmiş halidir. İnsanların çoğu, ısrar ve inatla başka insanlara kul-köle olmayı, özgür olmanın sorumluluğuna tercih etmektedir. Her bir insan tekine ve yaşamın her anında sürekli imanını sorgulatmayı sağlayan dinamik ve rasyonel bir inanma biçimi olarak İslam, bu kurumsallaşmış alışkanlıkların tam zıddıdır. İslam’ın bu çağda yaşadığı en kritik, en önemli kriz işte bu çelişkidir.

Eğer bir İslam düşüncesi terimi kullanılacaksa, belki sadece işte bu temel krizin aşılmasına dönük felsefi çabalar için kullanılabilir. Çünkü ilk defa ve sadece Müslümanların yaşadığı bir krizdir bu. Ve yine sadece İslam’ın içinde durarak ve İslam’ın temel emirlerine uyularak yani aklederek; yani  –La İlahe-sınırsız, sansürsüz, dogmasız, tabusuz, kutsalsız, putsuz düşünerek ve  sorgulayarak çözümler üretilebilir. Ancak ve sadece işte böyle bir çaba, İbrahimidir, İslamidir, Kuranidir ve ancak böyle bir çaba içerisinde Müslüman toplumlar Müslümanlık iddialarını koruyabilirler. Batıya, materyalizme, pozitivizme, sekülerizme, sosyalizme, kemalizme, bilime, evrime, şuna buna cevap yetiştirmek düşünmek değil, şizofrenik sayıklamalardır.

Müslümanca düşünmek, insanlığın geleceğini düşünmektir, daha adil, özgür bir dünya kurmayı düşünmektir, aklın ve vicdanın terkibiyle her tür zulmün, adaletsizliğin, eşitsizliğin ortadan kaldırıldığı sınıfsız sınırsız putsuz bir yaşam düşünmektir. Kuran’ın nihai mesajı ve daveti, budur. Müslümanlar her sözü dinler ve en güzeline uyarlar. Yeter ki, insanı doğru, iyi, adil ve güzel olana yöneltsin.  Gerisi teferruattır. Kurumsal dinsellik, teferruatın tabulaştırılmış halidir ve kökü ilahi değil, pagan-animist-putperest dinciliktir. Bütün dincilikler ve bütün laik yada dinsel dogmalar, İslamın yani İbrahimi-tevhidi imanın zıddıdır, düşmanıdır.

İslam, bugün maalesef bazı ilkel mensuplarının ikiyüzlülüğünün, çapsızlığının ve gizli paganizminin maskesi yapılmıştır. Tevhidin evrensel devrimci içeriği ise bu maskeli hahamların din dilli tahakkümü altında görünemez haldedir. Çünkü tevhidi mesajın insanları Allahla kandıran, Allahla korkutan, Allahla soyan kiliseleri, din simsarları, engizisyon tezgahları yoktur. Muvahhid-özgürlükçü Müslümanlar, geniş kitlelere ulaşabilecek imkanlardan da yoksundur. Çünkü, imkanlar, çoğu durumda soygunla, yalanla, talanla oluşur. Sahte islami dinci tezgahların ise son derece geniş ve bol imkanları vardır. İslam’ın sırtından geçinen bu kadar çok asalak devlet, lider, şeyh, alim, aydın, grup, örgüt, cemaat, parti, tarikat, tekke, dergah, dernek, vakıf, dergi, medya, vb. varken, İslam’ın bu çağda insanlığa rahmet soluğu üfleyemeyecek kadar biçare, yorgun ve iddiasız olması şaşırtıcı değildir. Bir inanç veya fikir, üzerinden birilerinin geçindiği, mal mülk, makam mevki veya prestij edinebildiği bir tezgaha dönüştüğü an, ilahi rahmet biter, şeytani tuzak başlar. Önceki dinlerin başına gelen İslamın da başındadır şimdi. Oysa, Tevhid davası, bir geçim kaynağı değildir, İnsanlara emeği, alınteri ve haysiyetiyle geçinebilmenin erdemini, idrakini, maneviyatını giydiren bir iman kaynağıdır.

Düşünmek, en temel tevhidi ibadettir. Hayatı, evreni, atomları, acıları, sevinçleri, insanları, canlılığı, ölümü…düşünmek. sürekli devinen doğanın özündeki bağlantıları, makro ve mikro kosmosu, afaki ve enfüsi olanı, varolanı ve yok olanı…düşünmek. başka bir dünya hayal etmek, varolanı değiştirmeye çalışmak, daha iyisini düşlemek. kendinin bilincine varmak. herşeyin özünün bilincine varmak. Geleceği, kaderi, ileriyi görmeyi istemek, hatta tayin etmeye çalışmak. ve acizliğini, haddini, kendini bilmek. Varoluşun ızdırabı ile var edenin ızdırabını hissetmek. kendini dayatan her sahte varoluşa, otoriteye, paraya, saltanata, devlete, güce, orduya, örgüte, tarikata, puta, toteme meydan okumak. Herşeye yukardan bakmanın  izzeti ve herşeyin özündekini hissetmenin lezzetini hiç bir şeye değişmemek. Düşünmek, akletmek, idrak etmek. akıl dışı her saçmalığı reddetmek. İnsanı bölen, parçalayan, kullaştıran bütün güç kaynaklarını yok edip, etnik, dini, milli, siyasi, meşrebi, mezhebi, sınıfsal ayrımları geçersizleştirerek yeniden tek bir Adem olmaya çalışmanın şuuruna varmak. Bütün zalimlere, bütün mazlumlara kimliğini sormadan aynı vicdani akılla muamele etmek, bütün dilleri, bilimleri, sanatları, bütün akılları tek bir rahmetin tecellisi olarak görmek.  O ilk var olma anından o son yok olma anına kadar, sonsuzluktan sonsuzluğa uçarken, buradaki bu kısa durakta, tarihin bütün acıları ve gözyaşlarını sırtına alıp insanlık adına sırat köprüsünden geçmeye çalışmak. kendini olan biten bütün acılardan sorumlu görmek, bütün kötülüklerle mücadeleyi yol bellemek, bütün akılsızlıklara karşı ısrar ve inatla akletmek, hiç bir iyi, doğru ve güzel şeyin başına İslam kelimesi eklemeden, onların zaten İslam olduğu bilinciyle, İnsani olan, akli olan, güzel olan her iyiliği çoğaltmaya çalışmak, her kötülüğü azaltmaya, engelleme çalışmak,  ve tüm bu yaşam çizgisini cihad bilmek.

Muvahhidlerin imanı da eylemi de ibadeti de zikri de budur.

İslam, sırtına binmiş akılsızlık, yobazlık, dincilik ve örtülü putperestlik kamburlarını atamadığı sürece, gelecekte kendi ismi ve değerleriyle yer bulamayacaktır.

Özü yani tevhid, adalet ve özgürlük şiarı ise kendine başka isimler bularak insanlığın kılavuzu olmaya devam edecektir.

 

 

Leave a Reply