Yeniden İhya için yeniden İman

Bundan yüz yıl önce, yani on dokuzuncu asırda İstanbul, Selanik, Kahire, Bağdat ya da Kazan’da yaşayan bir Müslüman, inançlarıyla yaşadığı hayat arasında nispeten uyumlu ve dengeli bir zihniyete sahipti.

‘Elektriğin’, ‘otomobilin’, ‘modern’ devletin, ‘kamusal alan’ın, ‘demokrasi’ ve ‘insan hakları’nın olmadığı bir dünyada, yani modernlik öncesi tarım toplumu döneminde insanların sorunları da, hayat ve olaylara ilişkin bakış açıları da bugünkünden farklıydı.

Tanzimat dönemi ile başlayan batılılaşma çabaları, başta ordu olmak üzere devlet düzeyinde etkili oluyor ve yönetici sınıfları dönüştürüyordu. Ancak toplum bazında binlerce yıllık geleneklerin belirlediği yaşam tarzı devam ediyordu. Bu basit ve sade hayatta ortaya çıkan sorunlar ise toplumun geleneksel mekanizmalarıyla çözülebiliyordu.

Bugün, özellikle teknolojik ve ekonomik gelişmelerin etkisiyle toplumların binlerce yıllık dokusu değişti. İnsanların hayata dair bilgileri, bakış açıları ve sorunları hem değişti hem de çoğaldı. Bu maddi gelişme ve farklılaşmayla orantılı bir zihniyet dönüşümü ise yaşanmadı. Müslüman toplumlar, yüzyıl öncesine kadar sahip oldukları bütün birikimin çapı ile bugünü anlamaya, izah etmeye ve dönüştürmeye çalışmak gibi zor bir uğraş içine girdiler.

Öte yandan emperyalist politikalarla siyasi değişimler yaşandı ve kendisini İslam’a refere etmeyen veya İslam’ın egemenlik alanını daraltan siyasi rejimler zuhur etti. Bu süreç, hem batıya karşı hem de bu rejimlere karşı İslam’dan beslenen çeşitli reaksiyoner akımlar çıkardı.

20.Yüzyıl, bu akımların tepkileriyle batıcı otoritelerin modernleşme politikaları arasındaki kavgalarla geçti.

21.Yüzyıla girerken İslam dünyasında yüzyıl önce başlayan yeni sorunların çözümsüzlüğü halen devam ediyor. Bu çözümsüzlüğün nedenlerinden biri de yaşanan çok boyutlu modernleşme sürecini kavramaya çalışmayan ve ona sadece tepki duyarak İslam’ı bu tepkinin ideolojisi haline getiren İslamcı âlim ve aydınlardı.

Toplumların içine girdiği baş döndürücü değişimden kaynaklanan yeni sorunlar karşısında, sadece öfke ve reddiye tavrını ifade eden düşünceler geliştirildi. Siyasi konjonktürün de etkisiyle üretilen bu düşüncelerin en önemli özelliği, batılı düşünürlerin fikir ve mantığından beslenmekle birlikte, başına “İslami” terimlerin eklenmesiyle “İslam’a özgüymüş gibi” görünen fikirler olmasıydı. Yani batıyı reddetmek için üretilen fikirler dahi batılılara ait mantık ve usullerle savunuluyordu.

İşte bu bağlam içerisinde geliştirilen 20. Yüzyıl İslam söylemi, hem eski İslami literatürün temel kavramlarını yeniden tanımlayarak kullandı hem de yeni bazı kavramlar icat etti.

İslam düşüncesi, İslam hukuku, İslam devleti, İslam toplumu, İslam ahlakı, İslam ekonomisi gibi terimler, 20. Yüzyıl Müslüman düşünürlerin icadı olarak sahneye çıktı. Din, iman, şeriat, ümmet, millet, ülke, içtihat, mezhep, tarikat gibi kavramlar ise 20. Yüzyıl şartları içerisinde bahsedilen tepkisellik bağlamında yeniden tanımlandı. Çağın en bariz animist-pagan alışkanlığı olan semboller, simgeler, kelimeler ve kavramları kutsama biçimi, maalesef Müslümanlar için de bu şekilde önüne İslam getirilmiş kelimeleri kutsama şeklinde geçerli oldu. Yenilmişliğin ezikliği, muhtevadan çok bu şekilde süsleyip psikolojik rahatlama sağlayan ama aslında içi boş olan kavramlar yoluyla giderilmeye çalışıldı.

Bugün işte bu İslam ekli kavramsal çerçeve bir bütün olarak, ortalama bir İslamcı zihniyetin altyapısını oluşturmaktadır.

Ancak bütün İslam dünyası gibi Türkiye’de de yüzyıl sonra bu kavramlar işlevsizleşmiştir. Bugün için bu kavramlara ya yeni anlamlar yükleme arayışları başlamıştır ya da ödünç kavramlar bulunarak var olanlar yavaş yavaş terk edilmektedir.

Bunun nedeni, 19. Yüzyıla kadar tarım toplumu koşullarında yaşayan Müslümanlarda inanç ve hayat arasında var olan uyum ve dengenin, 20. Yüzyıl sanayi toplumu şartlarında bozulması ve tarım toplumu koşullarında işlevsel ve anlamlı olan birçok şeyin, sanayi toplumu döneminde geçersizleşmesidir. 21.Yüzyılda, 20. Yüzyılda anlamlı olan birçok şey de anlamsızlaşacaktır. Bugün sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçilmektedir ve İslam dünyası hala tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sancılarını dindirememiştir.

Sonradan üretilen bahsi geçen bazı kavramlar veya muhtevası yeniden tanımlanan kavramlar ise bu çelişkiyi aşmaktan çok yeni çelişkiler ve sorunlara neden olmuştur.

Çünkü özünde modernleşmeyi kavramaktan çok ona direnmek ve modernliğin dışına çıkma çabası vardır. Oysa bu hem mantıken mümkün değildir hem de dinen gerekli değildir. Modernlik, Avrupa’da başlayıp dünyayı saran bilimsel-teknolojik ve devamında sosyo-kültürel yenilikler demektir ve dinin özüyle değil daha çok muamelat denilen kültürel geleneğiyle ilgili değişimlere yol açmıştır. 19. Yüzyılda başlayan batı etkisi karşısında ilk etapta verilen tepkiler belki haklı olarak inancımıza zarar verecek kaygısına dayanmaktaydı. Ama aradan geçen iki yüz yıllık zaman sonrası, modernliğin, batılılaşmanın, Avrupalılaşmanın her çeşidinin sonuna kadar yaşandığı deneyimlere rağmen hala dünyada İslam, Müslümanlar, iman ve değerler yaşamaktadır ve modernlik karşısındaki bu kaygıların yersizliğine en büyük delil budur.  Ki, buna rağmen hala bir çok İslami çevre ve alim/aydın nezdinde modernlikle gavurlaşma-çürüme-ahlaksızlaşma-bozulma, yani din elden gidiyor refleksi devam etmektedir. Zira bu çevreler hala ve inatla modern olana tepkiyi dindarlık zannetmekte, özünde köylü-göçebe yaşam tarzını din edinmenin şizofrenisini temsil etmektedir. Maalesef İslamı temsil makamındaymış gibi davranan yani Allah’a ait olanı sahiplenip dinin evsahibi rolünü oynayan bu kesimlerin mahalle baskısı, Müslüman halkların modernlikle imtihanında daima kaybeden taraf olma sonucunu üretmektedir.

Sorunu doğru kavramak adına şunu özellikle belirtelim ki, son bin yıl boyunca neredeyse insanlık tarihinin merkezinde yer alan ve olan biten her tür değişim ve yeniliği kendi içerisinde üreten İslam dünyasının ilk defa kendi dışında ve üstelik rakibi olan gayrı müslim bir coğrafyada başlayıp gelişen yenilikler karşısındaki şaşkınlığı, hala üzerinden atılabilmiş değildir. İslam dünyasının hem hilafet hem de askeri güç anlamında merkezi olan Osmanlı devleti şahsında, bu şaşkınlık çok trajik bir şekilde yaşanmıştır. Düne kadar aşağıladığı ve askeri olarakta defalarca yendiği toplumların bir gün karşısında hem askeri hem felsefi hem de kültürel olarak binbir çeşit yenilikle çıkması, ekonomik olarakta yeni ve farklı ürünler ve ticari münasebet biçimleriyle gelmesi, Osmanlı’nın bütün dengesini alt üst etmiştir. Oysa bundan 1400 yıl önce İslam, 1200 yıl önce İslam medeniyeti, 1000 yıl önce Müslüman devletler, toplumlar, ilim adamları, medreseler, ekoller, tarikatlar, meşrepler, toplar, tüfekler vs. bir çok şey, başta Araplar olmak üzere, Türkler, Kürtler, Acemler, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Arnavutlar, Boşnaklar vb. halklar için ‘modern’di. Ve bu halklar bir şekilde bu devasa değişim dalgasıyla tanışmış, yüzleşmiş, entegre olmuş ve hatta bizatihi katılarak devam ettirmişti. İslam habitatı içerisinde gerçekleşen, yani dönemin büyük kadim imparatorlukları olan İran, Mısır ve Roma’yı dize getirmenin prestijiyle birlikte büyüyerek devasa bir güç olan İslam hakimiyetinin karizmasını paylaşma anlamına gelen bu modernleşme yeteneği, 18. ve 19. Yüzyılla birlikte başka ve düşman bir dünyadan yükselen modernliğe karşı tam tersi bir tutuculuk ve düşmanlık üretmişti. Belki dışardan gelen her yeniliğe tepki, bir nefsi müdafaa veya tabii endişe ile karşılanabilirdi ama sorun bu doğal tepkilerin hala ve iki yüz yıl sonra bile tam o ilk andaki haliyle devam ediyor olmasıdır. Üstelik belirttiğimiz gibi, modernliğin hemen her türünün denendiği ve hatta artık post modern denilen başka sayfaların açıldığı bir dönemde bile, dine, imana, İslama hiçbir zararının olmadığı defalarca ispatlanmışken, aksine tarihte görülmediği kadar İslami denilen yaşam biçimleri, kültür, bilgi ve tecrübeler daha güçlü sergilenir ve üretilir olmuşken, sözümona dini korumak, İslamı savunmak, imanı muhafaza etmek gibi bir kaygı ve çabanın inatla sürmesinin başka açıklamaları olması gerekir. Din, bu gereksiz kaygıların esaretinden dolayı, insanlığa rahmet olacak bir nefes üfleyemez olmuştur. Yaşayan İslam bugün, kendi içerisine kapanmış ve sürekli kendini kendisiyle doğrulama totolojisine düçar olmuş hastalıklı bir fenomendir. Bunu sağaltmanın tek yolu, yine kendi içerisinde yine kendini doğrulama adına, radikal bir aydınlanma-ihya-tecdit hamlesidir.

Bu şu demektir,

kral-tanrı veya ana/baba tanrı telakkisi yerine, Kuran’ın tevhitle ifade ettiği münezzeh ve rahman Allah tasavvurunu imanın merkezine koyan özgürlükçü bir teoloji,

Sadece ölüm ötesini değil, ölüm öncesi var olan geçmiş ve gelecek zamanı da içeren, yani bizatihi yaşamın sürekliliği ve gelişiminin idrakini veren bir ahiret bilinci,

İnsan türünün kendini gerçekleştirmesi, tam insan olabilmesi yani özgür ve haysiyetli bir şahsiyete kavuşmanın bir tür inisiyasyon yani ahlak ve somut eylem-iş le mümkün olduğunu izhar eden evrensel insanlık telakkisi,

Adaleti bütün işlerin özüne yerleştiren ekonomi-politik felsefesi,

Din, inanç, felsefe, bilim, fikir ve ideolojileri insanlaşma sürecinin birer aracı olarak gören ve insanı hiçbir araca kurban etmeyen bir din/felsefe/bilim anlayışı ve,

Varoluşu bir bütün olarak kavrayan, afaki ve enfüsi gerçeği, makro ve mikrokosmosun yasalarını, yukarda olanla aşağıda olanın özünü, sonluyla sonsuzu, cevheri ve arazı tek bir varlığın görüngüleri olarak yorumlayan, yani varlığın ve hiçliğin ötesine bakan ve bu deruni sanatsallığı hayatın merkezine koyan yaratıcı estetik tahayyülü, bu zihinsel devrimin özü ve özetidir.

Binbir türlü açlık, yoksulluk, yolsuzluk, zulüm, ilkellik, gerilik, ahlaksızlık, sapıklık, yobazlık, azgınlık, çer çöp içinde yaşayıp, bu sorunlara çözüm aramak yerine insanlara dinle hükmetmeye çalışmak, yüzlerce yıl önce yazılmış kitaplardan uyuşturucu vaazlar vermek, Bizans fethedilirken meleklerin kanat sayısını tartışan papazlar gibi hiç bir manası olmayan din tartışmalarıyla engizisyon tezgahları işletmek, siyasi veya ticari istismar için abartılı dindarlık şovları yapmak, psikolojik sorunlarına dini maske olarak kullanmak, farklı ve yeni her söze düşmanca yaklaşmak, insanı ayağa dikip onurlu ve özgür kılan tevhid mesajını ilkel pagan bir din barbarlığına indirgemek, aslında taptığı nefsi, tabuları, çıkarları ve alışkanlıklarından oluşan bir yığın tanrıya Allah’ı ortak koşmak, İslam değildir, iman değildir, hanif İbrahimi din değildir.

Bu sapkınlıkları üreten bataklık kurutulmadan, bu yobaz sineklerin tanrılarıyla boğuşmak milyonlarca müslümanın kaderi olmaya devam edecektir.

İnsanlık tarihinin gördüğü en aydınlık, en evrensel, en insani bir medeniyetin bugün, bir çoğu aslında tımarhanelik olması gereken şarlatan ve soytarıların bataklığında çırpınacak hale gelmesi, ayıptır, yazıktır, günahtır.

Yani yeniden ve gerçekten ‘iman’ etmek gerekmektedir.

Leave a Reply