Yeni yüzyıl için toplum eleştirisi; Kurucu fikir dinamiği

Toplumların yapısına ilişkin soyutlamalar, şüphesiz gerçeğin bütününü kapsamaz. Ancak yine de her tür soyutlama, olguların en önemli ve baskın yönlerini anlamamıza yardım eder.

Türkiye toplumunun özelliklerine ilişkin soyutlama ve genellemelerde, var olan gerçeklerin-zamana ve şartlara bağlı istisnaları olmakla birlikte- en baskın niteliklerini kavramamızı kolaylaştıracaktır. Bu çaba, tarihsel ve sosyal şartların ürünü olan özelliklerin doğru tespiti ve eleştirisini de içerir. Bu eleştiri, modern yüzyılda askeri tarım düzenlerinden çıkarak endüstri çağına ve devamla bilgi çağına geçişin en temel dinamiği idi.

Toplumun eleştirisi, özellikle Tanzimat devrinden itibaren karşı tepkileri de üreterek eskinin savunusu temelinde muhafazakar bir damar üretmişti. Batıcı-yenilikçi segmentle statükocu muhafazakar segmentin iki yüz yıllık çatışması, bedenen ve zihnen yorgun ve de yılgın bir toplum üretmiş, sürekli güvenlik ve varlık beka kaygısı yaşayan bir devletlü refleksi kalıcılaştırmıştı. Oysa gelişme ve ilerleme, bu negatif devlet ve toplum karakteristiği ile değil, aksine daha özgüvenli, özgür ve eleştirel bir habitat için de mümkündü.

Öyle ya da böyle, Türkiye son iki yüz yılını bu kaotik türbilans içerisinde, kah ilerleyerek kah düşerek, ama çok sayıda kurban vererek geçirdi. Toplumun en zeki çocukları, aslında çok basit çözümler dururken aşırı güvenlik kaygılarının ürünü politikalarla kurban edildi. Milli servet, sahte veya gerçek üretilmiş iç savaşlarla heba edildi. Entelektüel birikim, bu absürt çelişki ve çatışmaların içinde beyhude ideolojik kuyulara atılarak tüketildi. Gelinen noktada, hala ders alınmamış ve hala herkesin takılıp kaldığı bir tarihsel momenti putlaştırıp öncesi veya sonrasını düşmanlaştırarak savaştığı tam anlamıyla bitmiş bir toplum yaratıldı.

Devlet ve güya ona karşıtmış gibi görünen ama aslında onu tersinden taklidi-kopyası olan çeşitli ideolojik, etnik, dini örgüt ve hareketler, hep birlikte ülkeyi devasa bir pagan-putperest panteona çevirdiler. Herkesin kendi tanrısına diğerlerini tapmaya zorladığı, ama aslında hiç kimsenin gerçekten herhangi bir şeye inanmadığı, ötekine hükmetme ya da rövanş alma amaçlı tanrılar, putlar, kutsallar, ölümsüz liderler, kurtarıcı mesihler, tabu kavramlar, fetiş kelimeler, helvadan, kağıttan, çamurdan putlarla dolu bu panteon da, ‘gerçek’, ‘hakikat, hak, doğru, sahici, asli, ve evrensel olan herşey sadece birer malzeme, birer kurban oldu.

Bu devasa yıkımın durdurulması, bugün en önemli fikri çaba olmalı. Bu yıkıma yol açan bütün putperest düşünme biçimleri, bütün sahte çelişki ve çatışma kavramları, bütün sorumlu taraftarlık tarzları çöpe atılmalı.

Bu bağlamda öncelikle, eleştirel düşünme tekniğinin entelektüel bir karizma düzeyine yükselmesi, devlet ve toplumun tüm dokularına egemen olması gerekir. Her tür putperestliğin aşağılandığı ve bizatihi somut hakikat ve sahici hedeflerin yüceltildiği bir yeni habitat oluşturmadan, Türkiye, yeni yüzyılı da ıskalayacak ve tarihin ve coğrafyanın verdiği bütün pozitif imkanları bu boş çatışmalara yine kurban edecektir.

Kastettiğimiz eleştirel perspektif için bir örnek olması niyetiyle, toplumun eleştirisi ve bu eleştirinin pozitif bir gelişme dinamiği olarak değerlendirilmesini yapabiliriz.

Bütün farkı etnik-dini-mezhebi çeşitliliğiyle Türkiye toplumunun  ordu-millet , heterojen kültür ve düşünmeyi dondurmuş karakterini neredeyse ortak bir milli haslet olarak görmekteyiz. Bu hasletler, bir çok sorunun kaynağı olduğu gibi, bir çok çözümün de imkanı olarak okunabilir.

Ordu Millet: Güç, Otorite ve Statü Bağlılığı

İbn Haldun, her toplumun kendine özgü bir karakter, huy ve ahlak yapısı olduğunu söyler. Medeni (şehirli) ve bedevi olmak üzere iki temel ayrımla toplumları inceleyen İbn Haldun, Türkler için “göçebe ve asker bir kavimdir” der. Gerçekten de günümüzde dahi bir çok toplumbilimci Türkiye toplumunda egemen karakter özelliğinin “Asker millet” olduğunu tesbit etmiştir. “Asker millet” karakteri, savaşçılık ve saldırganlık olmaktan çok, güç, otorite ve hiyerarşi (statü) eğilimini ifade etmektedir. Toplumsal örgütlenme, tarih boyunca bu üç kavram çerçevesinde kurulmuş ve işlemiştir. Türk kavminin Anadolu’ya yerleşmesinden bu yana gerek diğer etnik ve dini unsurlara baskın çıkması, gerekse oluşturulan yeni toplumsal yapıların güçlü bir otorite altında belirli statülere göre düzenlenmiş hiyerarşik bir özelliğe sahip oluşu bu karakterin doğal bir ifadesidir.

Tanzimat süreci aydın hareketi olan Yeni Osmanlılardan Ahmet Mithat Efendi bu karakteri toplumun ticaret ve sanattaki maharetsizliğini anlatırken şöyle özetliyor: ‘Tarihimiz bize gösterir ki bizim ilk neş’etimiz bir milleti askeriyye suretile neş’et olup, vakıa hala aşar-ı baki olmak üzere sanayide dahi pek çok maharet göstermiş ve ticarethanemizin dahi Akdeniz’in bazı sahillerine kadar tevsi-i daire-i intişarına muvaffak olmuş isek de bunların Türk ve müslüman olan kısmımızdan ziyade her zaman gayri müslim olan kısmımızın aşarından olduğunu inkar edemeyecek bir halde bulunmuşuz. Milletimiz içinde unsur-ı askeri olan anasır-ı islamiyetin miktarını göz önüne getirip de bir de bazı muhaberat-ı meşhuremize sevkeylediğimiz askerin miktarile bir nisbet edecek olursak görülür ki biz ta epey yakın zamanlara kadar ve belki bugünkü günde dahi umumuz asker addolunacak bir milletiz. Yani bir zamanlar “yeniçeri ve sipahi ve sair sunuf-ı askeriyeden birisine mensup olmayan müslüman değildir” diye söylenen sözün hükmü pek vakidir. Halbuki san’at ve ticaretin terakkisi sulh ile ve hatta sulh-u daimi ile müyesser olup, bizim ise sulh üzere geçirdiğimiz seneler pek az kalmıştır” (Ahmet Mithat, Ekonomik Politik, Aktaran, Şerif Mardin, Siyasal ve Sosyal Bilimler, İletişim Yay. 1992. s.92)

Bu milli karakterin yanında, halk nezdinde Ordu, ‘peygamber ocağı’dır ve devletin özüdür. Varlık ve bekanın, vatan ve ülkenin güvencesidir. Selçuklu beylikleri ve Osmanlı beyliğinin bölgeye gelişi, tutunması, İslamın kılıcı rolünü üstlenmesi ve ardından siyasal hegemonya kurabilmesi, gaza ve fetih ruhuyla gerçekleşmiştir. Bu savaşçı gelenek, devletleşme aşamalarında dahi devam etmiş, Müslüman anasırın en temel maişet ve meşguliyeti savaş ve bağlantılı mesleklere inhisar edilmiştir. Osmanlı, ilim, ticaret ve zanaati diğer unsurlara bırakmıştır. Belki de bu nedenle Osmanlının son döneminde yıkımın nedenleri olarak bir çok tarihçi, gayrı müslim azınlığın inhisarındaki ekonomik işleyişin batıya bağımlılıktaki rolünün altını çizer. Bu baskın karakter özelliğinin kökleri, uzun yüzyıllar boyunca yarı askeri bir düzen altında yaşamakta yatar. Devlet ve orduya verilen özel önem ve sadakatin de nedeni budur. Batı toplumlarında servetin ve buna bağlı olarak şekillenen sınıflı toplum yapısının aksine, Türkiye toplumunda gücün ve statünün belirlediği bir yapı egemendir. Nitekim Osmanlı’nın yükseldiği dönemlerde ilk ve öncelikli olarak devlet yapısı ve ordunun güçlendirildiği ve yıkılış sürecinde de -halen de her siyasi çevreye egemen olan- önce devleti kurtarma- “düzeltme” refleksinin harekete geçtiği, bilinen tarihsel gerçeklerdir. Otoriteyi temsil eden devletin ve onun gücünü temsil eden ordunun bu merkezi rolü, yalnızca fiili ihtiyaçların zorlamasıyla oluşmuş geçici bir durum olarak kalmamış, toplumsal muhayyileye sinmiş güçlü bir ideoloji haline gelmiştir. Nitekim Kemalist rejimin devlet ve ordu eliyle sözde inkılapları yerleştirmek maksadıyla fiilen halkı karşısına aldığı tek parti dönemi boyunca dahi toplumsal muhayyile de devlet ve ordu en fazla saygı duyulan ve itaat edilen konumlarda kalabilmiştir. 1950’li yıllardan bu yana yaşanan demokratikleşme süreci dahi, toplumdaki hiyerarşi eğilimini ve statü düşkünlüğünü değiştirmemiştir. Siyasi partilerdeki lider kültü yanında, her sivil siyasal örgütlenme dahi, merkezi (genel başkan) ve yerel (eşraf, ağa, şeyh) statü sahiplerine tartışmasız bir bağlılık ve itaat biçiminde gerçekleşmiştir. Bu statü ve hiyerarşik düzen geleneği, statünün kişi kültüne dönüştüğü ülkücü harekette ve örgüt kültüne dönüştüğü sol gruplarda da egemen kalabilmiştir. Bu gruplar kadar olmasa da İslamcı çevrelerde de cemaat içinde önder kişilere hissedilir bir statü dokunulmazlığı geçerlidir. Ordu millet karakteri, toplumsal değişimin inhisarını halk nezdinde güçlü ve resmi olana bırakmıştır. Tarih boyunca vukua gelen birçok isyan ve ayaklanmanın başarılı olamaması ve kanlı bir şekilde bastırılabilmesi, halkın zihniyet dünyasında zaten “isyan edilemez” derecede kutsal olan devletin “yenilmez ve yıkılmaz” olduğu inanışını yerleştirmiştir. Bu geleneksel toplum zihniyeti halen de “devlete karşı çıkılmaz, çıkan da ezilir” şeklinde sürmektedir.

Son yüzyılda, cumhuriyet dönemi isyanlarının kanlı bir şekilde bastırılması, 60’lı ve 70’li yılların solculuğunun yenilgisi ve 80’li yılların Kürtçü hareketinin başarısız kalması, bu anlayışın iyice pekişmesine yol açmıştır. Bu aşağıdan gelen başarısız hareketlere mukabil devletten gelen kanlı dahi olsa bir değişim adımı-darbeler- rahatlıkla başarı gösterebilmiştir. Kemalist reformlar, Tek Parti CHP’sinin halka rağmenci politikaları, darbeler ve halen de süren hükümetlerin bütün faturaları halka ödeten değişim politikaları sessiz homurdanmalar dışında hep kabul görmüş ve yerleşmiştir. Aslında her toplumda var olan güçlünün yanında olma psikolojisi, Türkiye toplumunda daha baskın ve yoğundur.

Türkiye’nin toplum yapısını yukardan (yönetenler, statü sahipleri, otorite) aşağıya (teb’a, reaya, avam, halk, yönetilenler) doğru şekillenen bir şema ile izah etmek mümkündür. Yani merkez, yukarıdadır, çevre ise aşağıda. Bu hiyerarşik şema önemli ölçüde otoritenin ve statünün (ordu ve devlet) halk üzerindeki tartışmasız hegemonyasını ifade etmektedir. Kendisini yukarıdaki merkeze yerleştirebilen odağa itaat (biat) etmek, hem dinen hem de töre gereği, şarttır. Ehl-i Sünnet fıkhında, ‘Fitne, katlden beter’dir. Ve ‘zorba da olsa başınızdakine itaat etmek vaciptir’. Bu fıkhi kuralların dinin kaynağında olup olmadığı önemli değildir. Bu kuralları hem halk hem de devlet, dinsel bir emir olarak benimsemiş ve içselleştirmiştir. Peygamberin halifesi olmak, halifelerin mirasçısı olmak, cihad ve gaza uğruna var olmak, sultanların, emirlerin, komutanların meşruiyetinin kaynağıdır. Bunlara itaat (biat) ve sadakat, her Müslümanın görevidir. Devlet ve ordu, dinsel birer kurumdur ve din-toplumsal çoğunluğun fiilen inandığı ve yaşadığı Sünni Müslümanlık- ise devletçi ve orducudur. Bu formül, Ortodoks Doğu Roma imparatorluğunda Hristiyanlıkla- Bizans devleti arasındaki ilişki için de geçerlidir. Belki de bu topraklarda devletin doğası, meşruiyeti ve bekasının gerek şartıdır bu dinsellik. Osmanlı beyliği, göçebelikten yerleşik hayata geçilmesinin hemen ardından oluşturduğu siyasal merkeze diğer beylikleri itaat etmeye zorlamış ve meşruiyetini bu zaferleriyle sağlamıştır. Tabi Müslüman dahi olsa rakip güçleri yenen ve boyun eğdiren güç, bu meşruiyeti devralır. Askeri-tarım devleti olarak şekillenen Osmanlı düzeninde siyasal merkez -devlet-, yukardan aşağıya toplumun değişmesinde temel belirleyici odak haline gelmiştir. Toplumsal yapılanmanın bu merkezi özelliği, halkın ve düzenin değişiminin de merkezin inhisarında gerçekleşmesini sağlamıştır. Bütün Osmanlı tarihi boyunca devletin her uygulaması bir şekilde dinsel temellerle meşrulaştırılmıştır. Gerileme döneminde başlayan yenilik ve reformlar dahi, bir şekilde İslami gerekçelerle temellendirilmiştir. Zaten devletin herhangi bir kararı, itirazlara rağmen yürürlüğe girer ve karşı çıkanlar hain, asi, şaki olarak katledilir. Çünkü otorite olarak sadece devlet, meşrudur. Nitekim, ilk batılılaşma eğilimi, devletçi seçkinlerin (askerler, bürokratlar ve aydınlar) devleti düzeltmek, yenilemek ve yeniden yükseltmek amacıyla girdikleri bir yoldur. İngiliz iktisadı ve Fransız kültürü bu merkezi seçkinler sayesinde bütün topluma dayatılan bir resmi değişim emrivâkisi olmuştur Tanzimat süreciyle başlayan bu kültürel şizofreni, diğer birçok etkisinin yanında, toplumu da giderek bölmüş, özellikle Müslim-gayrı müslim unsurlar arası dengeler bozulmuş, devletlü seçkinlerle halk arasındaki uyum zedelenmiştir. Buna rağmen 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başlarına gelindiğinde, yani çöküşün mukadder olduğu artık iyice anlaşıldığında dahi can havliyle devletten gelen değişim adımları -Meşrutiyet- halkta kabul görmüştür.

Toplum nezdindeki devletin bu sarsılmaz varlığı, ‘askerin komutanına mutlak itaati’ne benzemektedir. Devlet komutan, halk er’dir. Asker millet karakteri, temel olarak köylü ve göçebe sosyolojinin içinde şekillenmiştir. Bu karakter bir yanıyla şövalyece bir saflığı yani ticaret veya şehirlerin yozlaştırmadığı bir anonim ümmiliği işaret eder. Ama öte yandan şarklı kurnazlık, göçebe yozluğu, köylü tembelliği ve kasaba kurnazlığı gibi bir çok olumsuz vasfı da barındırır. Halen yaşayan bir çok toplumsal-milli- vasıf, bu karakterin baskınlığını gösterir. Toplumun aynı anda hem bencil hem diğergam, hem birbirine karşı tahammülsüz hem dayanışmacı, hem ötekine karşı husumetçi hem misafirperver vb. oluşu, göçebe-köylü sosyolojinin askeri kalıp içinde pişmesinin sonucudur. Yani bu birbirine zıt vasıflar, birbirine zıt nedenlerin metazori bileşkesinin ürünüdür. Bir göçebeyi veya köylüyü rızası dışında alıp zoraki askerleştirme, kutsal ruhlu savaşlara sürme, ölürse şehit kalırsa gazi diye yüceltme…Savaş dışında ise itiraz edince dövme, itaat edince aşağılama…Anadolu Müslüman unsurunun genlerine sinmiş şizofrenik özelliklerin köklerini, bu nüfusu salt askeri misyona sevk eden tarihsel ve siyasal koşullarda aramak icap eder.

Güce, otoriteye tapma olarak yorumlanabilecek karakteristik davranış kodlarının kökleri ise derindir. Bir çok başka neden sayılabilirse de, bizce temel neden, Mezopotamya-Akdeniz havzasının, özellikle Anadolu coğrafyasının zorlu ve sancılı tarihidir. Anadolu halkı, yüzlerce yıl yaşadığı bir yarımada coğrafyasında açık denizlere çıkamamış engin denizleri tanımamıştır. Yani okyanuslarda var olan belirsizlik, öngörülemeyen tehlikeler, buna mukabil özgürlük duygusu ve sürekli yeni yerler keşfetme hazzını yaşamamış bir toplumdur. Ama kara coğrafyasında devletler, beyler, paşalar, eşkıyalar, ordular arası bitmek bilmeyen ve birbirinin tekrarı çatışmalarla dolu bir kaos ve anarşi ortamından ibaret bir yaşam klasiği vardır. Böyle bir coğrafyada en güçlü olanın dirlik ve düzeni sağlaması, yani istikrar ve huzuru temin etmesini talep etmek yaşamsal önceliktir; güç, otorite ve statü bağlılığının temel nedeni budur. Yani, “ya devlet başa, ya kuzgun leşe”… Asker millet gerçeği, askeri devlet gerçeğinin kaynağıdır.

 

Heterojen/Çoklu Kültürel Mozaik

Türkiye toplumunun bir başka özelliği de heterojen bir kültür yapısına sahip olmasıdır. Eski Mezopotamya/Anadolu uygarlıklarından Akdeniz kültürüne, Türk göçebe kültüründen İslam ve Bizans kültürüne kadar çok farklı ve çelişik geleneğin bir arada geldiği ve yüzyıllar boyunca birlikte bulunduğu bir kültür mozaiği vardır. Anadolu coğrafyasında 27 (kimilerine göre daha fazla) etnik unsur, 10’dan fazla inanç biçimi ve mezhep vardır. Yine Cumhuriyet döneminden bu yana Türk ve Kürt milliyetçiliği, kemalizm, liberalizm, sosyalizm ve İslamcılık gibi birçok ideolojik/siyasal akım toplumsal taraftara sahip olabilmiştir. Gerek eski gerek yeni medeniyet ve ideoloji türlerinin, din ve mezheplerin, kavmi gelenek ve törelerin şu veya bu şekilde bağımsız olarak varlığını sürdürdüğü ama hepsinin birlikte karşılıklı ilişki ve etkileşim içerisinde bir bütün olduğu kompleks bir kültür yapısı vardır. Baskın ve belirleyici olan (halihazırdaki durumu göz önüne alırsak) iki ana segmenter kültüre (İslam ve batı kültürü) indirgeyebileceğimiz bu yapı, Türkiye toplumunun anlaşılması ve değiştirilmesinde anahtar bir role sahiptir. Zira ülkenin her bir yanında bir başka kültür ve geleneğin hakimiyeti bulunmaktadır ve tek tip homojen ve standart bir insan ve toplum kavrayışı böyle bir toplumda açıklayıcı olamaz.

Toplumun bu genel kültürel haritasının yanında büyük şehir ve taşrada ekonomik ve sosyal sebeplerle oluşmuş birçok alt kültür daha sayılabilir. (Seçkin, küçük burjuva, gecekondu, kasabalı, köylü, işçi kültürleri gibi.) Bu zengin kültürel mozaik, ülkenin doğusunda tarım toplumundan sanayi toplumuna geçildikçe Kürt modernleşmesi şeklinde, batısında neo liberalizm (sanayi ötesi modernlik) yerleştikçe daha farklı kültürel versiyonlar üretecektir. Bütün bunların gelişen İslami toplumsal kesimlerle birlikte alacağı yeni şekiller daha farklı ve ilginç kültürel kombinezonlara yol açabilecektir. Bu çeşitlilik tabii ki Doğu Roma’dan Osmanlıya, en az 2 bin yıllık bir tarihin getirdiği ortak yaşama kültürünün ürünüdür. Nitekim Avrupa, Rusya, Çin gibi devasa coğrafyalara bakıldığında farklı olana, yabancıya, göçmenlere yaklaşımın son derece sekter ve ürkütücü olduğu görülmektedir. ABD gibi göçmen bir ülkede dahi son tahlilde WASP denilen batılı beyaz anglo sakson protestan kimliğine dayalı ırkçılık hala derin bir şekilde egemendir. Bu anlamda çoğulcu mozaik karakteri, toplumsal bir derinlik ve zenginliktir. Çoğulcu toplumsal yapı, bir yanıyla millet olmayı farklılıkların terkibiyle sağlayan tarihsel geleneğimizin devamının garantisidir. Öte yandan bunu yönetemeyen tek tipçi faşizan devlet politikaları nedeniyle daima toplumsal unsurlar arası iç savaş ve çatışma riski de barındırmaktadır.

Son yüzyılda Osmanlının dağılma dönemi travmasına takılıp kalmış bir devlet hafızasının, en azından 600 yıl boyunca sürekli büyüyerek, sürekli yeni kültürel-sosyal ögelerle tanışıp kaynaşarak senfonik bir ortak kültür ve kimlik yaratan Osmanlı tecrübesine dönüp bakması gerekir.

 

Beyin Tembelliği: Bilgi Fakirliği ve Düşünme Yetersizliği

Türkiye toplumunun bir diğer baskın özelliği ise beyin tembelliği diyebileceğimiz bilgi fakirliği ve düşünme yetersizliğidir. İster göçebe kökene, ister asker millet karakterine, isterse de baskıcı yönetim geleneği altında sindirilmiş ve zayıf bırakılmışlığa bağlansın, toplumumuzda genel olarak bilgi edinme, kavrama, ifade etme ve düşünce üretme geleneği çok azdır. Cumhuriyet döneminde ve günümüzde halkın kolayca boyun eğdirilebilmesi, zulmün ve adaletsizliklerin yeterli tepki ile karşılanmaması, halkın değerlerine ters düşen birçok politikanın meşrulaştırılarak uygulanabilmesi ve sonuçta dışarıdan yönlendirilen edilgen bir toplum haline gelmişliğin kökeninde siyasal sebeplerden çok halkın cahilliği, bilgi ve bilimden bihaber oluşu ve öğrenme imkanlarının da bulunmayışı gelmektedir. En temel değer olarak İslam’ın dahi bilinmeyişi ve eşya, evren ve olayların bilgisine sahip olmama; sonuçta halkı birtakım kuru sloganların, sembollerin, vaatlerin, kutsal değerler görünümü altında birçok hurafe ve yanlışın peşinde kolayca sürüklenecek bir karaktere büründürmüştür. İlginç bir misal;  1916 yılındaki İttihat Terakki kongresinde yapılan konuşmalarda, Cihad-ı ekber için cepheye sürülen askerler arasında yapılan gözlemlerde birçok er’in İslamın temel bilgilerini, hatta peygamberin ismini, İslam’ın şartını, mezhebini vb. dahi bilmediği dile getirilerek yeni bir din işleri organizasyonuna ihtiyaç olunduğundan bahsedilir. Bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığının ilk nüvesi, işte bu kongre sonrası bahsedilen ihtiyaç üzerine kurulmuştur. (Akt. İttihat Terakki’nin son yılları. Nehir Yay. İst. 1993)

Cumhuriyet devrinin ilk döneminde yönetici sınıfı yetiştiren okul, kolej, üniversite gibi kurumlar yetersiz ve var olanlarda seçilmiş azınlığa ait olduğundan, ayrıca harf, şapka,vb.değişimlerin yarattığı güvensizlik ve de ekonomik nedenlerle çoğunluğun okullara çocuklarını gönderme isteksizliği, geniş yığınlar için eğitim uzun yıllar lüks bir uğraş olmuştur. Onyılların horlanmışlığı, itilmişliği, ezilmişliğinin tabii bir sonucu olarak, nesilden nesile adeta genler yoluyla aktarılan bir karakter özelliği olarak beyin tembelliği halen etkisini korumaktadır. Siyasal partilerin ve liderlerin içi boş vaatlerine her seferinde kanmak, ucuz ideolojik sloganlar peşinde on yıllardır kan ve can vererek koşmak, modern iletişim araçlarının tuzaklarına kolayca düşmek, eğitim sisteminde üniversiteyi liseye, liseyi ilkokula çevirecek kadar kalitesizleşmek, okuma alışkanlığından yoksun olmak ve sayılabilecek bir çok benzeri güncel ve somut özelliğin egemen olduğu bir toplumsal beyin kalitesi vardır. Üstelik dil devrimi sayesinde 500-600 kelimeyle düşünmek zorunda kalmak da bu karakterin değiştirilebilmesini iyice güçleştirmiştir.

Son dönem gerek okullaşma gerek medya ve diğer bilgi kaynaklarının artışına rağmen beyin tembelliğinin hala devam ediyor oluşu, daha yapısal bir soruna işaret etmektedir. Tarihi savaşlar, göçler, katliamlar, açlık, kıtlık ve isyanlarla dolu bir coğrafya olarak Avrupa ile benzer bir geçmişimiz var. Yine dinsel inançlar açısından insanın bütün sorularına cevap verip fazladan düşünmesini gerektirmeyen bir ehlikitap dogmatizmi benzerliğimiz de söz konusu. Bu anlamda sorunun temelinde sancılı bir tarih veya dogmatik inançları aramak beyhudedir. Çünkü aynı nedenler Avrupa’da aydınlanma, endüstri devrimi, sosyal değişimler ve gelişmelere engel olamamıştır.

Bizce beyin tembelliğinin temel nedeni, Osmanlının büyük, görkemli ve hak edilmemiş yıkılışıdır. Toplumsal hafıza neredeyse iki yüz yıla yayılmış bir dağılma sürecinin I. Dünya savaşı gibi devasa bir direnişle noktalanmasını hazmedememiş gibidir. Bu dram, hem gerçekten olmaması gereken hem de olduğuna hala inanılamayan yani hak edilmeyen bir yenilgidir. Ayrıca bu görkemli finalden geriye kalanın-Cumhuriyetin- de son tahlilde pek bir değeri yok gibidir. Yani toplumsal bilinçaltı büyük yenilgiyi kabullenmemiş, o nedenle yasını tutmamış ve yine aynı sebepten yerine konulan devleti de pek fazla ciddiye almamış gibidir. Büyük sultanların, kudretli komutanların, kutsal halifelerin ülkesinden, devasa bir imparatorluk coğrafyasını ifade eden büyük vatandan ve en kötü haliyle bile tebaasının, özelde Müslümanların koruyucusu, gözeticisi yani ‘baba’sı olan görkemli devletinden düşerek, küçük adamların, korkak ve sinik kadroların, batı adına halkı terbiye etmeye kalkan kifayetsiz hainlerin düzenine maruz kalmanın travması, toplumu adeta geçmişte dondurmuş ve felç geçirtmiş gibidir. Bilgi fakirliği ve düşünme yetersizliği, yani beyin tembelliği, aslında bilinçdışı bir tercih gibidir. Tarihin dışına atılmanın haksızlığına, mevcut kifayetsizliğe mecbur bırakılmanın zalimliğine, bin yıllık dost ve kardeş, komşu ve kaderdaş halklarla anlamsız bir boğazlaşmada katil ve maktül olmanın utancına, velhasıl İngilizin, Fransızın, Rusun düşmanlığından çok-ki o düşmanlık toplumun cansuyudur daima-, asıl olarak bu içsel yıkımlar, bu kaderin, feleğin, belki tanrının tayin ettiği sonuca boyun eğememenin ama itirazda edememenin o derin yarası… Hala yüzleşilmemiş, aşılmamış, hatta dertlenilmemiş acı yaralar.. Toplumsal hafızanın, bu kadere sessizce isyan etmek için bulabildiği tek yol, sanki yaşamayı ve düşünmeyi terk etmek olmuştur. Üstelik düşünce diye kendisine sunulan binbir çeşit batılı demagojinin, bu toprakların en ümmi en yoksul çobanlarının, ninelerinin bile her bir hücresinde  içsel bilgi, sezgi, atasözü, tecrübe halinde zaten taşıdığı o kadim binlerce yıllık bilgilerin, tecrübelerin, hikmetin, irfanın suyunun suyu bile olmadığını hisseden bir idrakle yapılan bilinçli bir sükut, seçilmiş bir tembelliktir sanki bu.

Ancak uğranılan bu haksız kaderin telafisine dair bir umut çözebilir bu tembellik düğümünü.. Geleceğe dair, devlete dair, yeniden tarihsel yürüyüşe kalınan yerden devam etmeye dair bir umut ışığı, toplumun hafızasını yenileyip tekrar evrensel medeniyet vizyonuyla düşünebilmesini sağlayabilir. Son elli yıllık ‘boğazından kesip çocukları okutma’ seferberliği, buna dair bir umudu sembolize etmektedir. Çünkü çocuklara güvenmek, aslında umut edilen geleceğe hazırlık demektir.

Negatif özellikleri pozitif gelişmeye dönüştüren dinamo: Kurucu fikir dinamiği

Türkiye, bu temel toplumsal karakteristik özellikleri, sürekli totaliter, devletçi, statükoyu korumaya matuf ve de toplumu hem bölücü hem de kadükleştirici bir düzeni sürekli kılmaktadır. Oysa, aynı özellikler farklı bir değerlendirme ile yeni yüzyılda pozitif birer gelişme ve bütünleşme dinamiğine dönüştürebilir. toplumsal yapıya uygun bir devlet ve düzen, evrensel demokratik değerlerin yeniden yorumlanarak daha ileri bir demokrasi deneyimi üretebilir.

Asker millet karakteri, sağlam etik ilkelerle disiplinli ve prensipli bir hukuk devletinin temeli olabilir.

Heterojen kültürel yapı, çoğulcu demokrasinin, senfonik ve dinamik milletleşme sürecinin, özgürlükçü ve adil bir sosyal düzenin ve gerçekten ortak bir toplumsal değerler kümesinde anlaşmanın temeli kılınabilir.

Beyin tembelliği ise, bir yanıyla arka planı ve niyetleri kontrol edilemeyen küresel gelişmelere karşı sosyal bir fren ve eleme dinamiği, diğer yanıyla da bir çok şeye sıfırdan, yeniden, ve daha tecrübeli başlayabilmenin imkanı olarak değerlendirilebilir.

Aslolan, toplumun acımasız eleştirisi ile abartılı hamasi yüceltilmesi gibi iki segmenter ve sekter yaklaşımın dışında, eleştirel gelişme mantığıyla düşünmeye bakabilmektir. Toplumu ve devleti yıkıcı mantıkla eleştirmek ya da tam tersi hamasi yüceltmelerle övüp durmak, en kolay ama en zararlı tutumdur. En azında tanzimat sürecinden beridir modernleşme karşısında ortaya çıkan bu iki tutumun bugüne kadar bir fayda verdiği görülmemiştir. İster batıcı-doğucu, ister ilerici gerici veya sağ sol densin, bu iki uç yaklaşıın dışında yeni, kapsayıcı ve daha üst bir bakış açısı ile düşünmeye başlamak, yeni bir fikri tecessüs ve emeğin de ilk şartıdır.

Türkiye, Tanzimatla başlayan ve hala süren bu dilemmadan çıkarak, yeni yüzyıla daha sağlıklı bir fikri/entelektüel çaba ve ürünlerle devam etmelidir.

Leave a Reply